18 Temmuz 2018
MODERNLİĞİN ÜÇ İŞARETİ
Çağımızı,
günümüzü, dile pelesenk kavramları, söylenenlerin-yazılanların satır aralarını
anlamak için uzunca bir konuşmanın aşağıya alıntıladığım bir bölümünü okuyabilirsiniz…
“
…
Modern
insan Avrupa’da doğdu. Nasıl doğdu? Türkler mağlup edilebilir sayıldıktan sonra
bunlar kendi varlıklarının neye istinat ettiğine dair bilimsel, felsefi ve
sanat yüklü bir dünya inşa etmeye başladılar. Yani 17. yüzyıldan itibaren
Avrupa’da bugün modern bilim dediğimiz şey canlandı. Felsefe,
aynı şekilde, Descartes’la beraber çok önemi bir aşama kaydetti. İlk
modernlik işareti Avrupa’da ve büyük ölçüde İslâm dünyasında kabul
edilen kâinat tasvirinin terk edilmesiyle odu. Yani Immanuel Kant’ın “Kopernik
Devrimi” dediği şey oldu Avrupa’da ilk önce. Kâinatın ya da evrenin
merkezinde Dünya’nın olmadığı, Güneş’in sabit kaldığı, gezegenlerin onun
etrafında döndüğü, bu gezegenlerden bir tanesinin de Dünya olduğu fikri
Avrupa’da galip geldi. Kopernik Devrimi… Burada da modernleşen
insanlar birileriyle alay etmek, karşılarındakilerin örümcek kafalı olduğunu
söylemek için: “Hala dünyayı öküzün boynuzunda durduğunu sanıyor salak” gibi
laflar söylüyorlar. Kendileri çünkü çok iyi biliyorlar Kopernik Devrimi’ni (!) İlk
mektebe giden çocuklara öğretmenleri portakalı gösteriyor. Öğretmen bunun
etrafında dönüyor falan filan diyerek bunları öğretiyor. Tamam, bu doğrudur
yanlıştır; o ayrı hikâye. Fakat bu Kopernik Devrimi dolayısıyla olan şeyi
anlamamız lazım. Bu olan şeyde, tabii ki İslâm Ortaçağı’ndan Hıristiyan
dünyasına nakil olmuş felsefi yaklaşımlar, ta Antik Yunandan beri gelen bir
takım faraziyeler, vesaire, vesaire, bütün bunlar rol oynuyor. Yani dünya
merkezli bir kâinat fikri terk edildiği zaman modern insan kendini nasıl
algılayabiliyor? Bunu bir anlamamız lazım. Modern insana göre artık dünya
merkezde değilse ve sıradan bir gezegende yaşıyorsak üstelik… Giordano
Bruno Kopernik Devrimi’nin geride kaldığını iddia ediyor, aslında sadece öyle
Güneş Sistemi yok diyordu. Galaksiler var, vesaire… Bunları ilk söyleyen adamdı
ve onu yaktılar. Giordano Bruno kazıkta can verdi, yanarak. Kilise hükmünü o
şekilde verdi. Ama Galileo Galilei, “Tamam! Görüşlerimi geri alıyorum” dedi,
ölümden kurtuldu. Yani “Dünya dönmüyor, efendim, sabit duruyor. Güneş, Ay onun
etrafında dönüyor” dedi. Yani kabul etti. Ondan sonra insanlar tabii Galileo’yu
temize çıkarmak için “Ama gene de dönüyor! ...” dediğini falan ilave ederler.
Onlar hepimizin sevdiği masalardır. Bu Kopernik Devrimi’nin hâkim olmasıyla
beraber başımıza ne gelmiştir, önemli olan o. Kopernik Devrimi’nin palavra
olduğunu düşünsen de herkesin içine bir kurt düştü. Yani Dünya kâinatın
merkezinde değil! Eee? Alelâde bir yerdeyiz! Önemsiz! Önemsiz! Bulunduğumuz
yerin önemi yok! Daha önemli yerler olabilir. Yani Dünya’da bulunmak kıymetli
bir şey olmaktan çıktı. Çünkü Dünya’nın kendisi kıymetli bir şey olmaktan
çıktı. Merkezde değil artık, en önemli yer değil. Bu, insanların kafasına bir
kere girdi. Bunu bugün modern dünyayı oluşturan ikinci şey takip etti: Darwin.
Evrim Teorisi… Bu sefer bunu tabii cerh eden, saçma bulan birçok şey oldu.
Ama bir kere insanların kafasına, insanın tür olarak gelişme sonucunda doğmuş
bir şey olduğu nakşedildi. Yani Darwin’in kuramının bilimsel değeri falan filan
değil, ama insanların kafasına böyle bir şema nakşedildi. Kabul etse de etmese
de insanlar bir kere mekteplerde okutulduğu için, ister istemez, sınıf geçmek
için dahi olsa, onları doğru saymak zorundaydı. Kopernik’ten sonra başımıza
gelen şey buydu. Neydi? Dünya önemli bir yer değil, insan da önemi bir şey
değil! Ne yani! Maymunlarla ataları aynı, tek hücrelilerden gelişmiş gelişmiş
böyle bir şey olmuş. Yani insan olmak öyle kıymeti bir şey değil, nihayet o da
bir tür. Bu fikri içinde taşıyarak insan kendine nasıl bakabilir? Kendi
hakkında bilinci nasıl edinebilir? Günah, sevap konusunda bir fikre varabilir
mi? Hayır. “Ben de nihayet bir hayvanım. Bunun günahı sevabı ne olacak?
Kedilerin günahı yoksa benimde günahım yok!” diye düşündü insanlar.
Modern
insanı etkileyen, daha doğrusu modern insanı kendini tanımaktan alıkoyan üçüncü
şey psikanaliz oldu. Sigmund Freud’la başlayan… Aslında bilinç, bilinçaltı
meseleleri Freud’dan daha önce vaz edilmiş meselelerdir. Fakat bunu dünyada
okur-yazar insanların kafasına sokan Freud oldu. Freud, Jung, Adler, bunlar
bize şunu gösterdiler: İnsanın bir bilinçli hayatı vardır ama bu buzdağının
görünen kısmı kadardır. Asıl bizim zihin mekânımız suyun altında bulunan daha
büyük kısımdır. Bilinçaltı, bilinci tesiri altında tutar. Yani insan aklı
başında bir yaratık değildir. Birçok başka tesirler altında, insan davranışı
dediğimiz şey, birçok türün davranışının karmakarışık hale gelmiş ve hiçbir
zaman rasyonel karar vermesine imkân tanımayan… Böyle tuhaf bir şeydir. Saldırgan,
bencil, haz düşkünü ve irrasyonel bir yaratık olarak insanı anlamak mecburiyeti
altında kaldığımızı düşünüyoruz. Batı’dan bize ithal edilen insan imajı netice
itibariyle bizim insan şerefine yakışır bir hayat yaşamamıza mâni olan bir
mantalitedir. Bütün bunların Kur’an’dan öğrendiklerimizle hiçbir bağı yoktur.
Hepsi Kur’an’ı inkâr etmemizi kolaylaştıran şeylerdir. Dolayısıyla biz hem
Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunu kabul edip hem de Batı tarzı
bilgilenmenin işimize yaradığı, doğruyu keşfetmemize yardımcı olduğu fikrini
taşıyorsak, bir kere sahtekâr insanlarız demektir. Yani hiçbir konuda samimi
değiliz, birbirimizi aldatabildiğimiz kadar işleri yürütebiliyoruz, manasına
gelir. Bu, bize son derece hastalıklı bir fikriyatı, ruhiyatı dayatan Batı, kendi
geçmişinde iki 30 sene savaşı yaşadı. Türkler bir tehlike olmaktan çıkınca
Avrupa’da bunlar birbirlerini yediler, buna “Otuz Sene Savaşları” diyoruz. Otuz
sene boyunca Protestanlar Katoliklerle, Katolikler Protestanlarla boğaz boğaza
geldi. Bu devreden sonra Batı hâkimiyeti bir istikrar kazandı. Çünkü dünya
ölçüsünde müstemlekecilik başarısının faydaları devşirilerek bu istikrarı
sağladı. Avrupa kıymetli olarak kalsın, biz dünyanın her yerini yolalım ve
buradan bir yüksek hayat biçimi üretelim… Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nin
de 18. yüzyıldan sonra işin içine girdiği dünyayı talan hadisesinin bir esasa
bağlanması lazımdı. Kendi kendine işleyecek olursa hepsini mahvedebilirdi. Yani
kapitalizm her bakımdan istikrarsız bir mekanizmaydı. Bu mekanizmayı
yönetilebilir, kontrol edilebilir hale getirebilmek için Batı dünyası ikinci
bir “Otuz Sene Savaşı” yaşadı. Bu 1914’te başlayıp 1945’te biten savaştır. İki
dünya savaşı olarak adlandırılır. Fakat 1914’te başlar 1945’te biter. Bu bizim
hayatımızı birinci dereceden ilgilendiren bir şeydir. Çünkü Avrupa kendi
istikrarını temin ettiği zaman, yani dünyayı talan etmeyi başardığı fakat
Osmanlı Devleti’ni bir türlü ortadan kaldıramadığı zaman bir Şark Meselesi
vardı. “Biz Çin’den Peru’ya kadar her yeri emrimiz altına aldık. Fakat
burnumuzun dibinde bir yer var; burası hala bizim her dediğimizi yapan bir
yönetime sahip değil!” Bu Şark Meselesi 1914’te başlayan savaşla beraber bir
çözüme ulaştı. Ulaşılan çözüm Türkleri tarihten silmek. 1914’te savaşa girdik,
Almanların yanında. Bu savaşın adına seferberlik dedik. Yani milletçe seferber
olduk tarihten silinmemek için. Fakat başarısız kaldık. Mağluplar arasında yer
aldık ve topraklarımızın tamamı elden gitti. Tabii ki bütün yönleriyle
tartışılabilecek bir şey; ama o şartlarda ne olduysa oldu, bir Türkiye
Cumhuriyeti doğdu. Türkiye Cumhuriyeti doğmadan önce İstiklâl Marşı doğdu.
Avrupa’nın ve Amerika’nın yaşadığı Otuz Sene Savaşları sonucunda, birbirlerini
yer halde bir çözüm aramaları sonucunda, biz kendimizi “sıfır” noktasında
tutmayan, en azından “bir” olabilen, sıfırlanmayı reddeden, “bir” olmayı
hasmına da kabul ettiren bir varlık sahibi olduk.
…
…” - İSMET ÖZEL
(İtalik
ve bold vurgulamalar tarafımıza ait.)