[Bilimin dünyasında yaşamak «quantité», kemmiyet dünyasında yaşamak demektir. Kendimizle veya başkalarıyla ilgili herşeyi sayılar, sıralamalar, birbiri yanma konulan, birbiriyle karşılaştırılabilen nesneler aracılığıyla kavrıyoruz. İnsan olarak bilincimizi «quantification»ler belirlediği için, bugünün insanları olarak bizler kemmiyet hakimiyeti altında yaşamayı olağan, yerinde ve hatta isabetli, kaçınılmaz saymayı uygun görüyoruz. - İ. ÖZEL, TAHRİR VAZİFELERİ, TİYO, Nisan 2018, s.: 206]

09 Şubat 2023

 

DEPREMİN BİR ADI DA HAREKET- İSMET ÖZEL

20 Ağu 1999, Cuma | Yeni Şafak

Zelzeleye Osmanlıca’da "hareket-i arz" denirdi ve halk bu ibareyi "hareket"e indirgemişti. Filânca yerde hareket olmuş denildi mi biz oranın bir yer sarsıntısı geçirdiğini anlardık. Yeni bir kelime olarak karşımıza çıkan deprem yadırganmadan yaygın bir kullanım alanı kazandı. Ne var ki deprem karşımıza yalnızca kelime olarak çıkmadı. Belli aralıklarla hareket olarak çıktı karşımıza. Depremin bir adının, belki de gerçek adının hareket olduğunun unutulması hataydı. Biz hep hatada ısrar ettik ve arzın hareketinin bu kadar çok acı vermesinin bütün kabahatini malzemeden çalan müteahhide yüklemeye yeltendik. Demedik ki hırsız müteahhit sadece Türkiye’ye geçerli olan ve yürürlükten hiç düşmemiş olan ahlâk anlayışının gereğini yerine getirmekten başka bir şey yapmamıştır. Şu soruyu sormaktan kaçındık ve kaçınıyoruz: Acaba nasıl olmuş da bazı müteahhitler hırsızlıklarına elveren bir ortamda faaliyet gösterebilmiş? Hırsızlığın hırsızlığı davet ettiğini, hırsızların hırsızlar tarafından gözetilip kollandığını gerçeğini zülfü yare dokunur korkusuyla es geçtik, halen geçiyoruz.

Toplum olarak hepimizin malzemeden çaldığımızı inkâr etmeyelim. Edersek âfetlerin birbirini kovalaması işten bile değil. Hatırlayalım ki devlet bünyesinde evetefendimcilerden gayrısını barındırmadı. Haklılığında ısrar eden kim olursa her yerde tepelendi. İşbaşına getirilmede liyakatin ve ehliyetin hiçbir zaman birinci sırada yeri olmadı. İnsanlar meşru ve zaruri işlerini gördürebilmek için torpil bulmak zorunda bırakıldılar. Komünist imiş gibi, şeriatçı imiş gibi, Türkçü imiş gibi görünenler sırtlarda taşındı. Gerçekten komünist, gerçekten şeriatçı, gerçekten Türkçü olanlar çifte yedi, gagalandı. Politik hayatta öne çıkanlar çürümeye dur diyecek olanlar değil, çürümeyi onaylama mahareti gösterenler oldu. Sosyal hayatta öne çıkanlar sadece şarlatanlardı. Ekonomik hayatta öne çıkanlar gasıplar ve gabn-ı fâhiş irtikâp edenlerdi. Bütün bunlar olurken sokaklarda ve parklarda gecelemek hiçbirimizin aklına gelmedi. Türkiye’de yaşamanın bir gereği olarak aklımıza bir şekilde uydurduğumuz bütün bu vukuatın seyrine uygun bir toplum örgütlenmesi gerçekleştirdik. Sahtekârlık ve hilebazlık yapma fırsatı elimize geçince dilimize "ne yapalım, şartlar böyle gerektiriyor" cümlesini doladık. Dürüst davranmamız, hakka riayet etmemiz ihtimali karşımıza çıkınca da aklımıza gelen ilk cümle "âlemin enayisi ben miyim" oldu. Arzın hareketi evlerimizi yıkmadan önce biz hareketlerimizle ahlâkı yıktık. Deprem yıkıntıya sebep olmadı; yıkıntıyı tebarüz ettirdi.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismetozel/depremin-bir-adi-da-hareket-43487


NOT:

Yazının yayımlanma tarihi 20 Ağustos 1999 …

Geriye ve ileriye doğru gidelim: … 1969, 1979, 1989 …  1999    2009, 2019, 2029 … Ne değişti ve değişecek? Güncelliğini, haslığını, realiteye mutabıklığını koruyacak. Değil mi?      

(99 depreminin yıldönümünde düştüğüm not.- S. Gky-17.08.2018 16:25)

24 Eylül 2022

ÖZÜN GEÇMİŞİ VAR MIDIR?

 BATI MEDENİYETİ

...

Batı Medeniyeti varoluş şartlarına ters düşmeksizin ilerliyor. Batı Medeniyetini var eden keşfettiği toprak parçalarında tatbik ettiği müstemlekecilikti ve sermaye teraküm ve temerküz tavrından hâlâ taviz vermiyor. Dünya Sistemi’nin merkezini Atlantik Okyanusunun bir kıyısından diğerine taşıması bir alan kaymasına sebep oldu. Yeniçağın başlangıcında uç veren Türk düşmanlığı Batılı olmayan her şeye düşmanlık şekline dönüştü. Bu dönüşüm vakıası “The West and the rest” şiarına can vermiş gibi görünüyor; ama hiç öyle değil. Yani insanlığın kurtuluşunu Dünya Sistemi’nin son bulmasıyla sağlanacağı fikrine bel bağlayanlar post-modern olarak anılmanın paçayı modernlikten sıyırmağa yarayacağına inananların yanlışına düşmüşlerdir. Post-modernlik modernliğe meşruiyet vaat eden bir fikri yaklaşımdır. Dünya Sistemi’ne son verme eğilimi de modernleşmede hem hayır, hem de şer görenlerin şerden ayrılabilecekleri avuntusundan doğmuştur. Oysa kâfirlerin necis olduğunu umursamayanlar kendi üzerlerindeki kirlere bir veya birçok mazeret aramaktan ileri gidemezler.

İsmet Özel, 18 Safer 1444 (14 Eylül 2022)

http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=138&KatId=7

***

BATI FELSEFESİ

Vara vara “Felsefe bir çılgınlıktır” sonucuna vardı Martin Heidegger. Doğrusu bu sonuç Batı Felsefesine en büyük darbeyi indirmeği başaran adama yakışırdı. Modern felsefenin varlık sorununu göz ardı etmekle başladığını söylemek felsefenin yediği en büyük darbeydi. Varlık sorunu Aristoteles’te dipdiri durur. Hekimin oğlu dünyayı ancak elimizle daha doğrusu zihnimizle ona şekil verebildiğimiz miktarda kavrayabiliriz diyordu. Her ne kadar Batı Felsefesi Whitehead’in ifadesiyle Platon’a düşülen notlardan ibaretse de tasnifleriyle hayat olarak bildiğimiz şeye can veren Aristoteles olmaksızın kalıplaşmış hayatımızın her santimetresine kadar sokulmuş bilim de kendine çeki düzen veremezdi. Buraya kadar söylediklerim bizi nereye götürür?

Söylediklerimin varacağı yer Batı dünyasının selâmeti hayrına edilen bütün sözlerin suya çektiğimiz çizgilerden ibaret olduğu yerdir. Batı Medeniyeti başlangıcından bu güne onu sarıp sarmalayan açıklamaktan çekindiği bütün kötülüklerin desteğiyle bir numarada kalmağı başardı? Kim ben ayakta kaldımsa fuhuş sayesinde, uyuşturucu sayesinde, ticari tezvirat sayesinde kaldım diyebilir? Nitekim demiyorlar. Modern Batı Felsefesi denince karşımıza abidevi bir Immanuel Kant çıkıyor. Kant’ı okuyup anlamak cesaret ister. Şimdiye kadar “Ben Kant’ı okuyup anladım” diyenlerin ulaştıkları sonuç şudur: “Rasyonalistlerin ve Ampiristlerin çabaları sonuç vermemiştir, çünkü bizim bilgi olarak adlandırdığımız şey gerçekte zihnimizin kapasitesinden ibarettir”. Öyle midir gerçekten? “Belirsizlik İlkesi” ni anlayabilmemiz ancak Heisenberg’in zekâ seviyesini yakalamamızla mı mümkün olacak?             

Devamı>>

ÖZÜN GEÇMİŞİ VAR MIDIR? (II), İsmet Özel, 25 Safer 1444 (21 Eylül 2022)

http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/IsmetOzel?Id=139&KatId=7


10 Eylül 2021

Bilimin Zorbalığı

BİLİM ÇARPITILINCA ZORBALAŞIR
"Bilimin çarpıtılmasına yol açan yaklaşımların başlıcası bu bilme türünün başka bütün bilme türlerinin yerini tutacak veya diğer bilme yollarına yer bırakmayacak ölçüde mutlaklaştırılmasıdır. Bilim sadece kendine mahsus özelliklerine intibak eden işlevleri yerine getirmekle kalmayıp insanı ilgilendiren her alanda söz sahibi olmaya kalkışınca hak etmediği bir güç kullanımı ortaya çıkıyor. Zorbalığın bir kısmı buradan doğuyor. Bilimin zorbalığının diğer kısmı bilimin künhüne varılmaksızın üstünlüğünün tanınmasıyla beliriyor. Yetersizlikle malûl ellerde bilim, ulaşabileceği hedefleri ihmal edip bazı insanların kaprislerine gerekçe sağlayacak kılığa giriyor."
"... Bize çarpık bilim anlayışının daha büyük zararı Batı’da yürürlükte bulunan tartışmaları kendimize mahsus şartlarımızı gözetmeksizin yapımıza uyarlama, kendi dünyamızın üretken ve besleyici değerlerini yok sayarak günümüze taşıma tutumu yüzünden dokunmadı. Daha büyük zarar bilimin getirdiklerine derinden vukuf konusunda yaya kalanların bilimin savunucusu veya bilimsel görüşün temsilcisi konumuna oturmalarıdır. Ülkemizde bilim zorbalığının en katlanılmaz tezahürleri bu sebeple doğmaktadır. En katlanılmaz tezahürleri diyorum, zira bu zevat Tanzimat sonrası batıcılığın kazanç hanesine yazılabilecek her kalemini yetersizlikleri sebebiyle kötüye kullanan, en azından heba eden zümre durumuna düşmüştür. Batı’ya ve savundukları Batıcı bilim anlayışına sadakat göstermenin bile hakkını verememişlerdir. Bu acınacak halin bir sebebi belki güvenli yollarına devam etmelerini sağlayacak ürünlere ulaşamayışları olabilir. Yine de zorbalığa tevessül edilmesinde asıl sebebin bir ruh durumuna bağlı olduğu aşikâr. Sözünü ettiğimiz zümrenin altından toprak kaydı. Uğranılan panik savunma güdüsünü harekete geçirdiği oranda kendi açılarından kârlı olacak her şeyi göze almalarını mubah kılıyor.
Türkiye’de gerçek çatışma batılı bilim görüşü ile bir başka (adını koyamadığımız) görüş arasında cereyan etmiyor. Çatışma ülkemizde millet topluluğunun (Hegelci terminoloji ile ifade edilecek olursa) kendinde (an sich) topluluk olma niteliğini kendisi için (für sich) topluluk olma niteliğine yükseltme sürecine girmiş olmasıdır. Millet belki de Hacı Bayram Veli’den bu yana ilk defa kendi adına konuşan bir seçeneği oluşturma yolunda. İşte bu seçeneğin gerçekleşme ihtimali, şimdiye kadar millet adına konuştuğunu öne sürenlerin kolunu kanadını kırıyor. Zorbalığa tevessül etmeleri, bilimin zorbalığına sığınmaları, güçlerinin sadece bilimi (kötüye) kullanmaya yetişi; ama bilime sahip çıkamayışları yüzündendir."
İSMET ÖZEL
VE’L-ASR, 1.Baskı 1995
TİYO Yayıncılık, Yeni Edisyon, Ağustos 2019, s.: 57-59
* İki yıla yakındır Türkiye'deki -Dünya'da da diyebiliriz yani, körüselleştik - gündemi, bilim-filim kurullarını, medikalo-ekonomi-politiği (kavramı şimdi uydurdum (!), ya tutarsa) anlamamıza yardımcı olur, temennisiyle... ( İtalik ve koyu vurgular bize ait.)

18 Temmuz 2018

"Clean Rom" Temiz Oda Değil



"Clean Room" Temiz Oda Değil
“ Clean room derken güzelce silinip süpürülmüş veya hastanelerdeki hijyenik odalardan değil, cep telefonlarından bilgisayarlara kadar her çeşit elektronik aletlerde kullanılan çiplerin üretilip araştırma ve geliştirmesinin yapıldığı (elektronik sanayinin gurur kaynakları) laboratuvar ortamından bahsediyorum. İçinde metreküp başına neredeyse parmakla sayılabilecek kadar az miktarda toz zerreciğinin bulunduğu bu laboratuvarlarda yapılan çalışmalar neticesinde üretilen ve hayatımızın her noktasına yapışan aletlerin, cihazların insanlığı ne kadar düşük ve sefil bir duruma soktuğu bir tarafa, bu 'clean room'ların temizliği sadece oralarda üretilen çiplerin kalitesine ve dolayısı ile elde edilecek kârın azâmiliğine mâtuf.
Uzakdoğu’dan Amerika’ya kadar yüksek teknolojide söz sahibi durumundaki, hatta bazı ülkelerin ihracatlarının beşte birine karşılık gelecek meblağlarda ihracat kapasitesine sahip şirketlerde çalışan clean room personelinin daha 20'li, 30'lu yaşlarda yakalandıkları kanser (özellikle lösemi), bebek düşükleri, sakat doğumlar ve daha birçok ciddi sağlık problemi, buralarda çalışanların emniyetlerinin aslında hiç de o kadar dikkate alınmadığı gerçeğini ortaya çıkardı. Hem personelin giydiği özel kıyafetler hem de temiz odalardaki tozdan arındırma sistemlerinin amacı sadece çiplerin ve öteki elektronik parçaların yüksek kalitede üretilmelerini sağlama amacını güdüyor. Kullanılan uçucu ve de zehirli sıvılardan buharlaşan zerrelerin solunmasından insanları koruyacak tedbir yok. Bu kimyevi maddelerin küçük bir kısmının bile insan vücudunda meydana getirdiği bu tahribat, yani 10 sene zarfında hayati tehlike arz eden bir sağlık sorununa yüksek bir ihtimal ile düçar olma riski, bize bunların tabiata bulaştığı zaman ne kadar yıkıcı zararlar vereceği konusunda bir fikir verebilir. Bu tehlikeli atıkların ortaya çıktıktan sonra taşınması, saklanması ve bunlarla ilgili standartlar ve benzeri hususların hiç bir ehemmiyeti yok. Zira bir kere bu melânet ortaya çıktıktan sonra er veya geç dünyanın bir yerlerinde bu necaset akacak, bulaşacak, tabiata sızıp suları, toprakları kirletecek. Bundan kaçış yok. 
Ama neyse ki tıp, genetik ve biyoloji var ve bu sahalarda çalışan kıymetli (!) bilimadamları ve kadınları (kısaca biliminsanları deniyor şimdilerde) hastalıklara çare bulmak için gece gündüz demeden çalışıyor, derdimize derman olacak keşiflerde buluyorlar… mı? Böyle mi gerçekten? Mekanizmasının her parçası azami kâr elde etmeye endeksli batı medeniyetinin hüküm sürdüğü bu dünyada böylesine “masum” ve “insancıl” bir amaç uğruna çalışan bir taraf olabilir mi? Bu medeniyetin üzerine inşa edildiği temeller böyle insani bir gaye taşıyan işler yapılmasına zemin teşkil eder mi? Cevabınız nedir, bilemem. Ama bir süre önce Hollanda'da meydana gelen bir keşif ve akabinde vuku bulan tartışmalar her hâlükârda ilginizi çekebilir. 
Tartışmanın merkezinde bir grip virüsü var. Genetik ile uğraşan bir bilimadamı uzun uğraşların neticesinde tüm dünyada salgın halinde yayılan bir virüsün yapıtaşları ile oynayarak “katil” bir virüs imal etti. Bunu üreten zatın bu keşfi ile ilgili bilimsel bir makale yazmaya götürecek kadar iftiharına sebep olacak husus ise bu yeni nesil virüsün akrabasına nazaran kat be kat daha hızlı yayılması ve insan nüfusunu yeryüzünden silecek kadar da ölümcül olması. Kamuoyunda tartışılan ve mutabakata varılamayan nokta Avrupa'da idam cezasını geri mi getirelim yoksa sadece bu adam için mi tatbik edelim değil elbet. Münakaşanın bir tarafında “Bu iş bilimsel bir buluştur, bu ve benzeri çalışmalara hiçbir zaman müdahale edilmemeli ve kısıtlama olmamalı” varken, diğer tarafında ise “Ama ya bu virüs kötü adamların eline geçerse halimiz nice olur? Demokrasi çerçevesinde bir şeyler yapılması lazım, ama ne?” var.
……”
                           Hakkı Acar
 >>>Devamı

MODERNLİĞİN ÜÇ İŞARETİ



Çağımızı, günümüzü, dile pelesenk kavramları, söylenenlerin-yazılanların satır aralarını anlamak için uzunca bir konuşmanın aşağıya alıntıladığım bir bölümünü okuyabilirsiniz…

“ …
Modern insan Avrupa’da doğdu. Nasıl doğdu? Türkler mağlup edilebilir sayıldıktan sonra bunlar kendi varlıklarının neye istinat ettiğine dair bilimsel, felsefi ve sanat yüklü bir dünya inşa etmeye başladılar. Yani 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bugün modern bilim dediğimiz şey canlandı. Felsefe, aynı şekilde, Descartes’la beraber çok önemi bir aşama kaydetti. İlk modernlik işareti Avrupa’da ve büyük ölçüde İslâm dünyasında kabul edilen kâinat tasvirinin terk edilmesiyle odu. Yani Immanuel Kant’ın “Kopernik Devrimi” dediği şey oldu Avrupa’da ilk önce. Kâinatın ya da evrenin merkezinde Dünya’nın olmadığı, Güneş’in sabit kaldığı, gezegenlerin onun etrafında döndüğü, bu gezegenlerden bir tanesinin de Dünya olduğu fikri Avrupa’da galip geldi. Kopernik Devrimi… Burada da modernleşen insanlar birileriyle alay etmek, karşılarındakilerin örümcek kafalı olduğunu söylemek için: “Hala dünyayı öküzün boynuzunda durduğunu sanıyor salak” gibi laflar söylüyorlar. Kendileri çünkü çok iyi biliyorlar Kopernik Devrimi’ni (!) İlk mektebe giden çocuklara öğretmenleri portakalı gösteriyor. Öğretmen bunun etrafında dönüyor falan filan diyerek bunları öğretiyor. Tamam, bu doğrudur yanlıştır; o ayrı hikâye. Fakat bu Kopernik Devrimi dolayısıyla olan şeyi anlamamız lazım. Bu olan şeyde, tabii ki İslâm Ortaçağı’ndan Hıristiyan dünyasına nakil olmuş felsefi yaklaşımlar, ta Antik Yunandan beri gelen bir takım faraziyeler, vesaire, vesaire, bütün bunlar rol oynuyor. Yani dünya merkezli bir kâinat fikri terk edildiği zaman modern insan kendini nasıl algılayabiliyor? Bunu bir anlamamız lazım. Modern insana göre artık dünya merkezde değilse ve sıradan bir gezegende yaşıyorsak üstelik… Giordano Bruno Kopernik Devrimi’nin geride kaldığını iddia ediyor, aslında sadece öyle Güneş Sistemi yok diyordu. Galaksiler var, vesaire… Bunları ilk söyleyen adamdı ve onu yaktılar. Giordano Bruno kazıkta can verdi, yanarak. Kilise hükmünü o şekilde verdi. Ama Galileo Galilei, “Tamam! Görüşlerimi geri alıyorum” dedi, ölümden kurtuldu. Yani “Dünya dönmüyor, efendim, sabit duruyor. Güneş, Ay onun etrafında dönüyor” dedi. Yani kabul etti. Ondan sonra insanlar tabii Galileo’yu temize çıkarmak için “Ama gene de dönüyor! ...” dediğini falan ilave ederler. Onlar hepimizin sevdiği masalardır. Bu Kopernik Devrimi’nin hâkim olmasıyla beraber başımıza ne gelmiştir, önemli olan o. Kopernik Devrimi’nin palavra olduğunu düşünsen de herkesin içine bir kurt düştü. Yani Dünya kâinatın merkezinde değil! Eee? Alelâde bir yerdeyiz! Önemsiz! Önemsiz! Bulunduğumuz yerin önemi yok! Daha önemli yerler olabilir. Yani Dünya’da bulunmak kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Çünkü Dünya’nın kendisi kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Merkezde değil artık, en önemli yer değil. Bu, insanların kafasına bir kere girdi. Bunu bugün modern dünyayı oluşturan ikinci şey takip etti: Darwin. Evrim Teorisi… Bu sefer bunu tabii cerh eden, saçma bulan birçok şey oldu. Ama bir kere insanların kafasına, insanın tür olarak gelişme sonucunda doğmuş bir şey olduğu nakşedildi. Yani Darwin’in kuramının bilimsel değeri falan filan değil, ama insanların kafasına böyle bir şema nakşedildi. Kabul etse de etmese de insanlar bir kere mekteplerde okutulduğu için, ister istemez, sınıf geçmek için dahi olsa, onları doğru saymak zorundaydı. Kopernik’ten sonra başımıza gelen şey buydu. Neydi? Dünya önemli bir yer değil, insan da önemi bir şey değil! Ne yani! Maymunlarla ataları aynı, tek hücrelilerden gelişmiş gelişmiş böyle bir şey olmuş. Yani insan olmak öyle kıymeti bir şey değil, nihayet o da bir tür. Bu fikri içinde taşıyarak insan kendine nasıl bakabilir? Kendi hakkında bilinci nasıl edinebilir? Günah, sevap konusunda bir fikre varabilir mi? Hayır. “Ben de nihayet bir hayvanım. Bunun günahı sevabı ne olacak? Kedilerin günahı yoksa benimde günahım yok!” diye düşündü insanlar.
Modern insanı etkileyen, daha doğrusu modern insanı kendini tanımaktan alıkoyan üçüncü şey psikanaliz oldu. Sigmund Freud’la başlayan… Aslında bilinç, bilinçaltı meseleleri Freud’dan daha önce vaz edilmiş meselelerdir. Fakat bunu dünyada okur-yazar insanların kafasına sokan Freud oldu. Freud, Jung, Adler, bunlar bize şunu gösterdiler: İnsanın bir bilinçli hayatı vardır ama bu buzdağının görünen kısmı kadardır. Asıl bizim zihin mekânımız suyun altında bulunan daha büyük kısımdır. Bilinçaltı, bilinci tesiri altında tutar. Yani insan aklı başında bir yaratık değildir. Birçok başka tesirler altında, insan davranışı dediğimiz şey, birçok türün davranışının karmakarışık hale gelmiş ve hiçbir zaman rasyonel karar vermesine imkân tanımayan… Böyle tuhaf bir şeydir. Saldırgan, bencil, haz düşkünü ve irrasyonel bir yaratık olarak insanı anlamak mecburiyeti altında kaldığımızı düşünüyoruz. Batı’dan bize ithal edilen insan imajı netice itibariyle bizim insan şerefine yakışır bir hayat yaşamamıza mâni olan bir mantalitedir. Bütün bunların Kur’an’dan öğrendiklerimizle hiçbir bağı yoktur. Hepsi Kur’an’ı inkâr etmemizi kolaylaştıran şeylerdir. Dolayısıyla biz hem Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunu kabul edip hem de Batı tarzı bilgilenmenin işimize yaradığı, doğruyu keşfetmemize yardımcı olduğu fikrini taşıyorsak, bir kere sahtekâr insanlarız demektir. Yani hiçbir konuda samimi değiliz, birbirimizi aldatabildiğimiz kadar işleri yürütebiliyoruz, manasına gelir. Bu, bize son derece hastalıklı bir fikriyatı, ruhiyatı dayatan Batı, kendi geçmişinde iki 30 sene savaşı yaşadı. Türkler bir tehlike olmaktan çıkınca Avrupa’da bunlar birbirlerini yediler, buna “Otuz Sene Savaşları” diyoruz. Otuz sene boyunca Protestanlar Katoliklerle, Katolikler Protestanlarla boğaz boğaza geldi. Bu devreden sonra Batı hâkimiyeti bir istikrar kazandı. Çünkü dünya ölçüsünde müstemlekecilik başarısının faydaları devşirilerek bu istikrarı sağladı. Avrupa kıymetli olarak kalsın, biz dünyanın her yerini yolalım ve buradan bir yüksek hayat biçimi üretelim… Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nin de 18. yüzyıldan sonra işin içine girdiği dünyayı talan hadisesinin bir esasa bağlanması lazımdı. Kendi kendine işleyecek olursa hepsini mahvedebilirdi. Yani kapitalizm her bakımdan istikrarsız bir mekanizmaydı. Bu mekanizmayı yönetilebilir, kontrol edilebilir hale getirebilmek için Batı dünyası ikinci bir “Otuz Sene Savaşı” yaşadı. Bu 1914’te başlayıp 1945’te biten savaştır. İki dünya savaşı olarak adlandırılır. Fakat 1914’te başlar 1945’te biter. Bu bizim hayatımızı birinci dereceden ilgilendiren bir şeydir. Çünkü Avrupa kendi istikrarını temin ettiği zaman, yani dünyayı talan etmeyi başardığı fakat Osmanlı Devleti’ni bir türlü ortadan kaldıramadığı zaman bir Şark Meselesi vardı. “Biz Çin’den Peru’ya kadar her yeri emrimiz altına aldık. Fakat burnumuzun dibinde bir yer var; burası hala bizim her dediğimizi yapan bir yönetime sahip değil!” Bu Şark Meselesi 1914’te başlayan savaşla beraber bir çözüme ulaştı. Ulaşılan çözüm Türkleri tarihten silmek. 1914’te savaşa girdik, Almanların yanında. Bu savaşın adına seferberlik dedik. Yani milletçe seferber olduk tarihten silinmemek için. Fakat başarısız kaldık. Mağluplar arasında yer aldık ve topraklarımızın tamamı elden gitti. Tabii ki bütün yönleriyle tartışılabilecek bir şey; ama o şartlarda ne olduysa oldu, bir Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Türkiye Cumhuriyeti doğmadan önce İstiklâl Marşı doğdu. Avrupa’nın ve Amerika’nın yaşadığı Otuz Sene Savaşları sonucunda, birbirlerini yer halde bir çözüm aramaları sonucunda, biz kendimizi “sıfır” noktasında tutmayan, en azından “bir” olabilen, sıfırlanmayı reddeden, “bir” olmayı hasmına da kabul ettiren bir varlık sahibi olduk.
… …”  - İSMET ÖZEL

(İtalik ve bold vurgulamalar tarafımıza ait.)