[Bilimin dünyasında yaşamak «quantité», kemmiyet dünyasında yaşamak demektir. Kendimizle veya başkalarıyla ilgili herşeyi sayılar, sıralamalar, birbiri yanma konulan, birbiriyle karşılaştırılabilen nesneler aracılığıyla kavrıyoruz. İnsan olarak bilincimizi «quantification»ler belirlediği için, bugünün insanları olarak bizler kemmiyet hakimiyeti altında yaşamayı olağan, yerinde ve hatta isabetli, kaçınılmaz saymayı uygun görüyoruz. - İ. ÖZEL, TAHRİR VAZİFELERİ, TİYO, Nisan 2018, s.: 206]

19 Şubat 2008

GALİLE EFSANESİ (Arşivden)

Bu yazıyı alıntılamamdaki maksat,eski bir polemiği gündeme getirmek değil,bilakis yaygın olarak doğru diye bilinenleri yeniden bir gözden geçirmeye vesile olmaktır.


GALİLE EFSANESİ ya da 'GALİLEO BOMBASI'

Mustafa ARMAĞAN


“Efsanelere son vermek için yola çıkanAydınlanma,en büyük efsane imalatçısı haline geldi.”

Max Horkheimer ve Th. AdornoAydınlanmanın Diyalektiği


“BİLİMSEL MİTOLOJİ”


Bu terimi ilk defa isminden midir nedir, pek tuttuğum bilim felsefecisi Stephen Toulmin’in 1950’lerde neşredilmiş uzun bir makalesinde okumuş ve heyecanlanmıştım. Bir başka gözdem Alasdair McIntyre ile birlikte yazdıkları kitapta Toulmin, Darwinizmin efsanelerinden giriyor, Türkiye’de de bir vakitler pek rağbet gören Fred Hoyle’un “Sürekli Genişleyen Âlem” nazariyesindeki akıl almaz rakam oyunlarına kadar bir yığın mitolojik örneği zikrediyor ve bilimin modern çağda ne büyük bir mitoloji fabrikası haline dönüştüğünü gösteriyordu.
Bilimsel mitoloji, ne yazık ki okul kitaplarını pek sever. Halkın kafası bilim imajına teşnedir, bilimin kendisini ise kimse umursamaz. Herkes sonuçlarla ve mitolojik başlangıçlarla ilgilidir. Newton’un, kafasına düşen elma sayesinde yerçekimi kanununu keşfettiği yollu efsane bunlardan biridir. Böyle bir olay vaki olmamıştır. Ancak bir kere yakıştırılınca, uzun saçlarla örtülü kafasını ovuşturmakla meşgul Newton karikatürü, modern bilimin alamet-i farikalarından birisi haline gelmiştir. İstediğiniz kadar efsane-savarlar kurun, bu imaj sürüp gider muhayyilelerde.
Zaten efsanenin gerçekle bağlantısı da böyle bir şeydir. Gerçeklik ile şöyle veya böyle bir alakası vardır efsanelerin. Fakat onu, gerçeklik düzeyinden kopartarak çok daha geniş bir yorum düzeyine, hatta masal düzeyine kadar sıçramak, mitoloji için garip bir şey değildir çünkü mitolojinin mantığı bunu gerektirir. O, gerçekliği tasvir etmek niyetinde değildir. Gerçekliğin yerine geçmek, onun yerini almak, işgal etmek niyetinde de değildir aslında. Gerçeklik imajını avlamak ve ayartmak peşindedir o. Gerçeğin “bu” olduğunu değil, gerçekliğin “böyle görülmesi gerektiğini” söylemektedir bize. Ama bir yandan da gerçekliğin başını okşamakta ve ona bir sus payı vermeyi de ihmal etmemektedir. Susan K. Langer ve üstadı Ernst Cassirer efsaneyi böyle deşifre ederler.


İki Galile
Tamam, teslim oluyor ve ‘Bu kadar laf u güzaf yeter, artık biraz da mevzuya girsen’ diyenlerin arzusu istikametinde ilk metnimi açıyorum. Kitap, TÜBİTAK Yayınları’ndan çıkmış; Bilimin Öncüleri başlığını taşıyan kitabın yazarı Cemal Yıldırım. Küçük boy 218 sayfa tutarındaki kitabın sadece 8 sayfası Galile’ye ayrılmış. (Ne hikmetse gösterdiği 18 kaynaktan 9’u bilim adamımızın kendi kitaplarından oluşmaktadır! Kendine referans, ne zamandan beri bilim oluyor? Ortaya koyduğu iddiaları kendi kitaplarına dayandıran birisinin rivayeti kendinden menkûl şeyh’ten ne farkı olabilir? Düşünmek lazım.)
Yazar, bilim adamı Galile’yi şu popüler imajlarla aksettiriyor sayfalara
Fiziğin “babası” diye anılan Galileo, aynı zamanda, güneş-merkezli sistem için sürdürdüğü mücadele ile düşünce özgürlüğüne öncülük etmiştir… Rönesans’ın büyük sanatçısı Michalengelo’nun öldüğü yıl dünyaya gelen, Newton’un doğduğu yıl dünyadan ayrılan Galileo, Francis Bacon, Descartes, Kepler ve Shakespeare gibi ünlülerle çağdaştı. Temelde Ortaçağ bağnazlığına bir “isyan” diye niteleyebileceğimiz Rönesans’ın son döneminde yaşayan Galileo, yeni arayış ve atılımlarıyla kendisini önceleyen Leonardo da Vinci ve Copernicus türünden evrensel bir yetenek, yeniçağın unutulmaz bir mimarıdır.
[2]

Dikkat edilirse metinde mitoloji, Galile’yi iki dahinin, Mikelanj ve Newton’un ölüm ve doğum tarihleriyle çakışan bir zincire oturtmakla başlıyor, diğer Rönesans ve Yeniçağ dahileriyle aynı çevreye dahil etmek suretiyle zenginleşiyor, nihayet “bağnaz” Ortaçağ’a “isyan” eden sanatçılar ve bilim adamları kervanı ile büyülü bir karakter kazanıyor. Nitekim bu bağnazlık iddiası, metin boyunca devam ediyor ve sonunda “dinsel bağnazlık”ın bir sembolü haline geliyor. Galile’yi mahkûm eden Kilise, aslında kendi “ölüm fermanı”nı imzalamış demektir.
[3] Yıldırım’ın, Galile’nin “başına buyruk” bir kişi olduğunu, tamamen seküler bir eğitim aldığını ve geçimini özel dersler vermek suretiyle sürdürdüğünü söyleme gayretine düşerek onun dinî cephesini ısrarla gizlemek istediği gözden kaçmaz. (Bu arada “başına buyruk” birisinin nasıl olup da bazı Düklerin himayelerinde, üstelik biraz ileride anlattığı gibi, onlara silah yapımında ve topların hedefe isabet ettirilmesi konusunda yardım ettiği ise bir türlü anlaşılmaz. Hani Galile bağımsız, başına buyruk biriydi?)
Kaldı ki yazar Rönesans ile modern bilimin doğuşunu, bu iki ayrı süreci zihninde özdeşleştirmekte ve bir başka yanlış anlaşılmaya da kapı açmaktadır. Bilim tarihçisi Alexandre Koyré’nin açıkça belirttiği gibi, Rönesans’ın bilimsel ideal ile aynı düzlemde ele alınması, büyük bir hatadır. Hatta Koyré daha da ileri gider ve bilimsel bir ilhamla başlamayan Rönesans’ta bilim havasının hiç esmediğini, onun tam aksine edebiyattan ve retorikten ibaret olduğunu söyler. Rönesans, Koyré bizi şaşırtmaya devam etmektedir, dünyanın tanıdığı çağlar içerisinde eleştiri ruhunu en az taşıyanıdır. Her tarafı hurafelerin istila ettiği, büyücülüğe, gözbağcılığa duyulan inancın şaşırtıcı biçimde yayıldığı bir çağdır Rönesans. Bu dönemde müneccimlik astronomiyi bastırmış, Venedik matbaalarında basılan cin-peri ve sihirbazlık kitapları ortalığı bir sel gibi kaplamıştır.
4
Ne var ki, Yıldırım’ın bu pür pozitivist Galile efsanesi, bizzat TÜBİTAK tarafından neşredilen başka kitaplar tarafından yalanlanmaktadır. Mesela Bilim ve İktidar adlı kitabın yazarları, hiç de Yıldırım gibi düşünmemektedirler. Onlara göre Galile, bütün bu araştırma ve keşifleri sırasında önüne hedef olarak Tanrı’nın bilgisini koymuş, ona doğru adım adım ilerlemeye çalışmıştır:
Kesinlikle bir tanrı tanımaz olmayan Galileo’ya göre, Tanrı’nın imgesinde [suretinde- M.A.] yaratılmış olan ruh, yaradılışı yöneten hakikatlere nüfuz etmeye ve bu yüzden de Tanrı’nın başlangıçta eksiksiz sahip olduğu doğa bilgisine doğru ilerleme kaydetmeye muktedirdir. Öyleyse bilimin doğada keşfettiği hakikatler kutsal yaradılışın hakikatleridir. O nedenle, bu hakikatler görünüşte Kitab-ı Mukaddes’le çelişki içerisindeymiş izlenimi verseler de geçerliliklerini yitirmezler.
5
Şimdi hangisine inanalım? Anlı şanlı Türk profesöre mi yoksa Galile’nin hemşerilerine mi? (Her 3 örneği de bir karşılaştırma yapılabilmesi için özellikle Türkiye’nin resmi bilim kurumu olan TÜBİTAK’ın yayınlarından seçtim.)


Efsaneler zinciri
Galile’nin görüntüsünü kaplayan efsane bulutu o kadar kesiftir ki, onu aralamak teşebbüsünde bulunanlar şaşkınlık uçurumlarına yuvarlanmakta, bir hayalin nasıl hakikat haline geldiğine, bir hakikatin ise üstünün nasıl bu kadar beceriyle örtüldüğüne hayretler içerisinde kalmaktadırlar. Bu efsaneleri şu birkaç başlık altında toplayabiliriz:
1. Engizisyon mahkemesinden nadim bir şekilde çıkmakta olan Galile’nin, içeride vazgeçtiği dünyanın güneş etrafından dönmekte olduğunu tezine, kapı önünde, Eppur si move (Yine de dönüyor) diyerek yine sahip çıktığı.
2. Piza Kulesi deneyini yaptığı (oysa bu bir düşünce deneyidir ve Koyré’nin haklı olarak belirttiği gibi, iyi ki de yapmaya teşebbüs etmemiştir, yoksa Aristo’nun haklı olduğunu görecek ve üzülecekti).
3. 1633 yılında mahkemede yargılandığı ve zindana atıldığı söylentisi.
4. Kilise’nin, Güneş-merkezli dünya modeline bağnazca karşı çıktığı ve bundan dolayı Galile’yi ölüme mahkûm ettiği.
5. Galile’nin Kiliseden bağımsız, “başına buyruk” bir kişilik gibi sunulması.
6. Galile’nin kendi çıkarlarını hiç düşünmeyen bir bilim âşığı gibi resmedilmesi.
Bu efsanelere bir çok yeni ve yan efsane daha ilave edilebilirse de, yazımızı makul bir hacimde tutabilmek için bunların aydınlatılmasıyla kifayet edeceğiz. Zira sadece bunların aydınlatılması bile bize epeyce yoracağa benzer.
Ne yapalım. Görevimizi baştan belirlemiştik: Hakikat avcılığı. Bu da göründüğü kadar kolay bir iş değil.


Galile ve Kilise ilişkisi
Tezimizi şöyle formüle edelim: Galile Allah’a inanıyordu, Katolikti, hatta mümin bir Katolikti
6, Kilisenin içinde yetişmişti, nitekim Papa ve Kardinaller kendi dostlarıydı. Nihayet iki kızını Kiliseye adamış, ikisin de rahibe olarak manastırlara kapamıştı.
Galile’nin Tanrı ile değil, onun Kilise tarafından konulmuş ve dogma halinde benimsenmiş otorite anlamlındaki bilim anlayışıyla derdi vardı. Çünkü Kopernik’in güneş-merkezli teorisi başta olmak üzere teleskobuyla bulduğunu söylediği yeni gezegenler, Aristo’nun düşen cisimler kanununda yaptığı değişiklikler vs. Kilisenin mevcut görüşleriyle çelişiyordu. Burada bir problem yok. Çelişiyordu ama Galile bu fikirlere nasıl olmuş da ulaşmıştı? Bir boşlukta mı? Başına buyruk bir şekilde bilim yapılabileceğine hala inananlar var mı? Ustası, okulu, ekolü biliniyor mu?
Çoğumuz bilmeyiz ama Batıda Kilise, zannımızın hilafına, modern bilimin temellerini atan kurumdur. Ve bu, büyük ölçüde 1860’larda Darwinciliğin üniversitelere girme mücadelesine kadar da devam etmiştir. Öyle Bilimsel Devrim yapıldı, her yer güllük gülistanlık oldu diye bir şey yok. Kilisenin mücadelesi bugün de farklı enstrümanlarla devam ediyor aslında. Lakin Kilisesi olmayan bir toplumun mensupları olarak Batı tarihini ve bilimsel ve teknolojik gelişmenin aşamalarını kendimize benzeterek modern bilimin babalarını, Cemal Yıldırım’ın zannettiği gibi, “başına buyruk” kişiler zannetme yanılgısına kolayca düşüveriyoruz. Oysa Thomas Kuhn’un bilim felsefesi ve bilim tarihi disiplinlerine getirdiği paradigma kavramı bile, bir kişinin veya kişilerin değil, bir ekolün veya kurumun problem çözme faaliyetini anlatır. Bizde ise en has bilim adamı imajı, köşesine çekilmiş, münzevi bir sakallıdan ibarettir büyük ölçüde.
Bilim, kurumsal bir etkinliktir dedik. Bugün Nobel Bilim Ödülü’nü alanların çok büyük bölümünün belli üniversiteler veya akademiler ve belli bilim camiaları olduğu gerçeği, günümüzde bilimin bu özelliğinin giderek katmerlendiğini, öyle uluorta, başına buyruk adamların bilim adamlığı, yaptıklarının da bilim payesini alabileceği tezi, artık hurafeler bataklığındaki yerini çoktan almış olmalıdır. Ne yazık ki, durum bizde böyle değil. Büyük bir saflık içerisinde yüzdüğümüzü kabul edelim. Ve lütfen yazmadan önce okuyalım biraz. Olmaz mı?
Kopernik kimdi? Bir bilim adamı mı, bir Katolik rahibi mi? Açın Katolik Ansiklopedisi’ni de görün. Rahip olması neyse de, bir de Kilise’nin başına gökkubbeyi çökerteceği söylenen meşhur kitabını iki Kardinal’in samimi ricaları üzerine bastırdığı bilgisine ne dersiniz peki? Üstelik bu rahip Kopernik, sıkı durun, kitabı Papa III. Paul’e ithaf etmiştir. İthaf ise kitabına ‘dışarıdan’ gelecek saldırılara karşı bir “kalkan” olması için konulmuştur.

Kilise deyip de geçmeyin
Çok mu aykırı şeyler söylüyorum yoksa? Şöyle toparlayayım o zaman:
Kilise, bırakın Kopernik’in kitabının başına gökkubbeyi çökertmesinden korkmayı, güneşin evrenin merkezinde bulunduğu tezini işleyen kitabın yayınını teşvik etmiş, dahası, iki Kardinal ve Papa, bazı çevrelerden, özellikle de felsefecilerden gelecek tenkidlere karşı kitaba dalgakıran olmayı kabul etmişlerdir!
Aynı şey Galile için de geçerlidir. Eğer o yıllarda Kilise’nin bilime hamilik yaptığını bilmezseniz Galile’nin hayat hikâyesini okurken onun Katolik din adamları ve kurumlarıyla nasıl bu kadar içli dışlı olduğuna şaşar kalırsınız. İşte dünyadaki en büyük Galile uzmanı Stillman Drake’in Galile ve Katolik Kilisesi hakkındaki sözleri:
Bana göre Katolik Kilisesi, her biri en az Galile kadar karmaşık olan yığınla fertten müteşekkildi. [Yani Kilise’ye mensup olmak ‘koyun’ olmak anlamına gelmiyordu, her birinin kendi şahsiyeti vardı- M.A.] Bunlar arasında [mahkemede] Galile aleyhindeki kararı imzalamayı reddeden 3 kardinal de vardır (toplam kardinal sayısı 10’du). Başı derde girdiği dönemlerde mahkeme bitinceye kadar Galile’yi evine davet eden de bir Başpiskoposdan başkası değildi. Aynı Başpiskopos, mahkemeden sonra da onun sağlığını ve muhtemelen hayatını kurtaran kişi olmuştur. Yazılarına ve eylemlerine aşina olduğum Katolik Kilisesi’ndeki her bir fert, en az Galile kadar makul ve tutarlı görünüyor bana.
7
Drake bir başka yerde, yine sarsıcı bir tesbitte bulunuyor ve şunları söylüyor: “Galile laf olsun diye değil, samimi olarak Kilise’den duyduğu coşkudan (zeal) söz etmiş olup bu Katolik coşkusudur ki, onu cezalandırılsa dahi bazı risklere katlanmaya yöneltmiştir.”8 Yani Galile, Kilise ile çarpışmak bir yana, yaptığı buluşları yayınlama ve risk alma konusundaki cesaretini de Katoliklikten almıştır Drake’e göre. Nitekim daha 10 yaşlarındayken Floransa’da Camaldolese tarikatı keşişleriyle tıp tahsiline devam etmiş ve tam 7 yıl bu tarikatle ilişkisini devam ettirmiştir.9
Daha sonraki tahsil hayatında da çeşitli Cizvit rahipleri –ki bunlar matematik ve astronomi gibi çeşitli bilim dallarında otorite sahibi kimselerdi- ile tanışmış ve onlardan çok şeyler öğrenmiştir. Padua Üniversitesi’ndeki günlerinde de elyazması koleksiyoneri G. V. Pinelli’nin evinde, hayatının bundan sonraki kariyerinde önemli roller oynayacak olan iki din adamıyla karşılaşmıştır. Bunlardan Fra Paolo Sarpi, Venedik Cumhuriyeti’nin resmi ilahiyatçısıydı ve Galile’nin dalga teorisi ve düşen cisimler kanunu başta olmak üzere pek çok bilgiyi ondan aldığı biliniyor. Tanıştığı ikinci din adamı ise Bruno’yu yaktıran Engizisyon’un kardinallerinden, aynı zamanda matematik ve astronomi bilgini Kardinal Bellarmino idi. İki iyi dost olan Galile ve Bellarmino’nun yolları daha sonra sık sık kesişecektir. İleriki yıllarda Antonio Querengo gibi Kilise’nin imtiyazlı üyeleri de evlerini ve bilimsel aletlerini, kütüphanelerini açacaktır Galile’ye.
Listeyi uzatmanın alemi yok. Maksadımız, anlaşılmış olmalıdır. Galile, aslında Kilise’nin yanında, hatta içindeydi, yetişmesi ve eğitimi, buluşlarını gerçekleştirmesi ve ortaya koyması sırasında Kilise’nin adamlarının yardım ve desteklerini almış, hatta arkadaşlarından bazıları sonradan Papa bile olmuş ve ona yardım etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Kendisi de son nefesine kadar Kiliseye ve Katolikliğe bağlı kalmış ve ‘Ne yapıyorsam dinim için yapıyorum’ demeye devam etmiştir. Üstelik bunu en “âsi” demlerinde olduğu kadar ölmeden önceki “nedâmet” günlerinde de söylemeye devam etmiştir.
10

Yanlışlar sürüsü
Efsane efsaneyi üretmiş ve sonuçta bir sürü küçük efsanenin ortasında yükselen o görkemli “Galile efsanesi” yontulmuştur Aydınlanmış cahiliye çağının kafalarından. Hurafeye karşı isyan eden Aydınlanma, adeta lanetlenmiş gibi, bütün hurafeleri bir mıknatıs üzerine kabul etmiş gibidir.
Şimdi bu yanlışlara kısaca temas edelim:
1. Galile’nin ortaya attığı görüşler yeni olmaktan uzaktı. Bu görüşler, Duhem’den beri biliyoruz ki, devrin bilim adamlarının meçhulü değildi. Ama henüz ispat edilememiş, o zamanın bilimsel verileriyle yeterince ikna edici biçimde sunulamamıştı. Galile’nin dünyanın döndüğü hakkındaki görüşü de, diğer görüşleri de kendisinden önce en az bir kişi tarafından savunulmuştu. Ancak bu “devrimler”, devrin bilimsel paradigması içindeki yerini almamış olup, Kuhn’un deyimiyle, rakip modellerden birisi konumundaydı. Çünkü kabul görebilmesi için devrin genel zihniyetine tercüme edilmesi veya bu kadar radikal bir görüşün kabul görebilmesi için yığınla bilginin silbaştan düzeltilmesi gerekiyordu. Bu da hiçbir zaman –şimdi bile- insanların zarafetle karşılayabilecekleri bir durum değildir. Nitekim Dr. Ziya Özel örneğini hatırlayın, adamın gösterdiği “bilimsel” deliller ve örnekleri, söyler söylemez hepimiz ağzımız bir karış açık kabul mü ettik, yoksa adama “şarlatan” deyip apar topar yurt dışına kaçmasına mı sebep olduk? Herkes oturup bu örneği düşünsün ve ondan sonra Galile’yi yargılayanları yargılasın.
2. Kaldı ki Galile’nin icat ettiğini söylediği teleskop, o devrin insanına, bugün bize ifade ettiği kesinlik ve doğruluğu nasıl sunacaktı ki? Feyerabend bunun üzerinde ısrarla durmaktadır, çünkü henüz teleskobun “neyi” gösterdiğine ilişkin yaygın bir konsensus yoktur o zamanda. ‘Bak ve gör! Gördüğüm bir sürü ışık topları.’ Bunlar ne kadar bilimsel ve gerçek? Veya hem bilimsel, hem gerçek? Bunların bilimsel olduğuna kim karar verecektir sonra? Hangi otorite? Teleskop mu yoksa Galile mi? Feyerabend’i dinleyelim: “Teleskopla yapılan ilk gökyüzü gözlemleri bulanık, belirsiz, çelişkili, herkesin çıplak gözle gördüğüyle çatışan özellikler taşır.”
11
3. Galile, görüşlerinin tartışılmasına tahammül edemiyor, bir kere doğruyu söyledikten sonra herkesin ona iman etmesini istiyordu. Bir bakıma en az üniversitedeki dostlarının Aristo’yu tabulaştırmaları gibi, kendi görüşlerini tabulaştırıyordu. “Galile onları [ulaştığı sonuçları] başkalarına dayatabilmek istiyordu. Bu yönüyle günümüzdeki birçok bilim peygamberi kadar küstah, totaliter –ve dünyadan bihaberdi.”12 Bunu çağdaş bilim tarihçileri açıkça ve cesurca ifade ediyorlar. Mesela Hall Hellman, Kardinal Bellormino’nun Galile hakkındaki görüşlerini haklı bulmaktadır. Ona göre Galile’nin sunduğu kanıtlar, teleskobuyla yaptığı gözlemler “dünyanın güneş çevresinde dönüyor olabileceğini gösteriyor ancak hiçbir şekilde bunu kanıtlamıyordu.”13 Oysa Katolik Kilisesi içindeki dostları ve üniversitedeki arkadaşları Galile’ye, ‘Yavaş ol’ diyor ve görüşlerini bir hipotez olarak sunmasını rica ediyorlardı. Mesela Kardinal Bellarmino, bir dostuna yazdığı mektupta şu nazik satırları kaleme alıyordu: “Siz de, Bay Galile de, mutlak anlamda değil de, varsayımlar düzeyinde kalarak konuşmakla yetindiğiniz sürece basiretli bir davranış göstermiş olursunuz. Yerin hareketli ve güneşin hareketsiz olduğu varsayılarak tüm göksel olayların dışmerkezli ve çevre–merkezli çemberler teorisinden daha iyi açıklanabildiğini söylemek mükemmel bir sağgörülü konuşma örneğidir ve hiçbir sakınca yaratmaz.14” Dogmatik olan Galile midir yoksa Kardinal mi? Siz karar verin.
4. Galile Aristo’ya karşı mıydı? Pek değil. Çünkü meşhur Diyaloglar kitabının başında bile Kopernik teorisini desteklemek için Aristo’nun argümanlarına sarılan da kendisinden başkası değildi. Ve kendisinin, pek çok çağdaşından daha fazla Aristocu olduğunu söylemişti bir keresinde. Aslında onun Aristo’ya karşı çıkması, bizatihi Aristo’ya değil, bilim alanında hakikatin tekeli olarak otoriteye karşı çıkmasının bir sonucuydu.
15
5. Ya Galile’nin kişiliğine ne buyurulur? Ben söylemiyorum, Marksist bilim tarihçisi J. D. Bernal söylüyor: “Galileo’nun bilim adamlığının yanı sıra iyi bir reklamcı olduğu da anlaşılıyor… “Dünyevi” konularla oldukça yakından ilgileniyor ve zaman zaman bunun yararını da görüyordu. Yaptığı teleskopu deniz savaşlarında kullanılmak üzere Venedik Senyörüne “armağan” eden Galileo bu armağanına karşılık kendisine sunulan 500 scudi’yi de geri çevirmemişti. Burada erken davranmış olmasının yararını gördüğünü söyleyebiliriz, zira… aradan bir yıl bile geçmeden Hollanda yapımı teleskoplar Venedik’te üç-beş scudi karşılığında satılmaya başlanmıştı.”16 Başka marifetleri de var üstadın. Mesela teleskobuyla bazı gezegenlerin uydularını bulduğunu söylüyor ve bunları, isimlerini gezegenlere vermek suretiyle Medici Dükü’ne armağan ediyor. Ondan gereken iltifatı göremeyince isimlerini silip yüklü bir iane kopartabileceğine inandığı başkalarının isimlerini yazıyor uyduların üzerine. Teleskobu kendisi icat etmediği halde Hollanda’dan getirtip pazarlaması, bu marifetinin yanında hiç kalır.
6. Mahkemenin kapısından çıkarken, “Dünya yine de dönüyor!” dediği rivayeti ise katmerli bir yalan. Bunu bilim tarihçileri artık hoş bir benzetmeden öte bir değeri olmayan ve en az Galile’nin ölümünden 100 küsur yıl sonra, 1757’de bir gayretkeşin kitabında ortaya atılmış bir yakıştırma olarak değerlendiriyor ve mahkemeden çıkarken bu sözü duyan hiçbir kulak olmadığını, dahası, Galile’nin de içeride kendisini affettirmişken başına yeni bir bela almak isteyecek kadar aptal olmadığını ifade ediyorlar.
17
7. Galile’nin yargılanması dediğimiz hadise (1633’deki yargılama), aslında çoğu kendi dostlarından oluşan mahkeme üyelerinin, Galile’yi daha da büyüyebilecek olan bir tepki seline karşı koruma çabasının bir parçasıdır. Yani yargılama, Galile’yi süründürme, ona işkence etme ve yalvartma seanslarıyla geçmemiştir. Tersine, sözde bir yargılama oturumu yaparak Galile’yi özellikle üniversitelerdeki profesörlerin ve kilise mensupları ve sempatizanlarının hışmından korumaktı amaçları. İçeride Bellarmino gibi dostları kendisine ancak bir itirafname yazması ve imzalaması halinde dışarıdaki tepkiyi önleyebileceklerini tavsiye etmişler ve onu kollamışlardı. Nitekim ona verdikleri ceza da, bir soylunun evinde bir süre dinlenmesi ve 3 yıl boyunca haftada bir Kiliseye gelip Mezmur’dan pasajlar okumasından ibarettir! Verdikleri cezadan da belli değil mi yargılamanın göstermelik olduğu?
8. İşkenceye tabi tutulduğu nasıl bir yalansa, hapse, hatta zindana atıldığı da o kadar büyük bir yalandır. Nitekim gerek yargılama sırasında kaldığı apartman dairesinin konforu, gerek bir süre kendisini ağırlayan Başpiskopos’un evindeki rahatı, gerekse kısa süren zorunlu misafirliği bitip de serbest bırakıldıktan sonra Floransa yakınlarındaki Villasında yaşadığı hayat, zindan efsanesinin de ne kadar çürük temeller üzerinde kurulduğunu yeterince gösteriyor sanırım.
18


Galile Bombası mı yoksa Bombacı Galile mi?
Galile dosyasını bir modern efsane örneği olarak incelediğimiz bu yazımızı, Galile efsanesini günümüze taşıyan edebî bir bağlantıyla noktalamak istiyorum. Bu bağlantı, Bertolt Brecht’in Türkiye’de de defalarca sahnelenen Galileo’nun Hayatı adlı tiyatro eseriyle ilgilidir.
Brecht, bu eserini iki defa yazmıştır. Daha doğrusu 1939’daki ilk yazdığı haliyle 1955’de yazdığı son hali arasında dağlar kadar fark vardır ve taban tabana zıt iki Galile portresi sunar bize.
Brecht eserini 1938’de kaleme almaya başlamıştır. Tam o günlerde atomun parçalandığı haberi radyolarda çınlıyordu. Brecht, 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atıldığını büyük bir yürek yangınıyla öğrendi; 1952’de ise ilk hidrojen bombasının patlatıldığını.
Galile’nin Hayatı’nın ilk versiyonu, bilimi ilerici akılcılığın ete kemiğe bürünmüş şekli ve faşizme karşı entelektüel direnişin kalesi olarak göstermeyi amaçlıyordu. Brecht’in ilk Galile portresi de bu fikrin bir uzantısı olarak entelektüellerin Nazi rejimine direnişlerini ve iktidarın fikir hürriyeti üzerinde kurmaya çalıştığı baskı karşısında direnen bir modern kahraman olarak sahnede yerini alıyordu.
Ne var ki eserinin İngilizce çevirisi üzerinde çalıştığı 6-9 Ağustos 1945’de atom bombalarının atıldığı haberleri, kafasını allak bullak etmiştir Brecht’in. Şunları düşünmüştür o meşum gece:
Birdenbire yeni fiziğin kurucusunun hayat hikâyesini farklı okumaya başladım. Dev bombanın cehennemî etkisi, Galile’nin çağının otoriteleriyle çatışması meselesini bana yepyeni, kılıçtan keskin bir ışık altında gösterdi.
19
Bombalar Brecht’in beynine düşmüştür sanki. Galile’nin kendileriyle düşünce özgürlüğü için savaşmış olduğu söylenen otoriteler, sakın onu ahlakî ve toplumsal bağlama çekmeye ve bilim adamının kendisini bu değerlerden koparmasına mani olmaya çalışıyor olmasınlardı? “Saf bilim” diye bize yutturulan efsane, sakın toplumların, halkların, milletlerin, hatta aydınların kafa ve beden bağımsızlıklarını tehdit eden bir başka iktidarın, toplumdan kopartılmış bir başka baskı rejiminin ürettiği zulüm ideolojilerinin oyuncağı olmasındı? Galile’nin görüşlerinden caydığını söylemesi de bilim adamının zor karşısındaki bir başka kaypaklığı değil miydi? Hay Allah, bunu neden daha önce hiç düşünmemişti? Atom bombasını patlatarak milyonların ölümüne yol açan bilim adamları ile Galile’nin farkı neydi o zaman?
Böylece o kahraman, Aydınlık Savaşçısı Galile gitmiş, yerine yeni bilime ihanet etmiş bir başka Galile gelmiştir Brecht’in yeni versiyonunda. Galile, yaptığı hatayı anlamış ve sahnede insanlıktan özür diler gibi kısık bir sesle, bilimin, tabiatın kanunlarını keşfetmekten çok daha fazla bir şey olduğunu itiraf etmekte ve kendi saflığına acımaktadır.
Brecht’i uyandırmak için iki atom bombası yetmiştir. Peki bizim Galile, bilim ve modern dünya hakkındaki Ashab-ı Kehf uykumuzu bölmek için kaç atom bombası atılması gerekiyor dersiniz?




__________________________________________________


[2] Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, 14. baskı, Ankara 1999, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 84-85. Galile’yi Mikelanj ile Newton arasındaki halka olarak ele alan bu ifadeyi yazar kaynak göstermeden Russell’dan almıştır. Ancak ufak bir makaslama ile. Russell bu ifadeyi, ona inananlarla dalga geçmek için kullanmış ve sonuna da şu alaycı cümleyi eklemiştir: “Ben bu olguları, hâlâ metampsikoza [ruhların bir bedenden diğerine hulûl ettiği öğretisine] inananlara (varsa tabii) emanet ediyorum.” Bkz. Bertrand Russell, History of Western Philosophy, Routledge 1996, s. 517.[3] Yıldırım, age, s. 91.4 Alexandre Koyré, Bilim Tarihi Yazıları I, Çeviren: Kurtuluş Dinçer, 2. baskı, Ankara 2000, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 51-52.5 Federico Mayor ve Augusto Forti, Bilim ve İktidar, Çeviren: Mehmet Küçük, 2. baskı, Ankara 1997, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 25-26. 6 John D. Caputo, On Religion, Routledge 2001, s. 45.7 Stillman Drake, Galileo, Oxford University Press, 1989, s. 4.8 Drake, age, s. 5.9 Drake, age, s. 21.10 Stillman Drake, “Galileo Galilei”, Ed., Paul Edwards, The Encyclopaedia of Philosophy, c. III, New York 1972, Macmillan, s. 263.11 Paul Feyerabend, Yönteme Hayır: Bir Anarşist Bilgi Kuramının Ana Hatları, Çeviren: Ahmet İnam, 2. baskı, İstanbul 1991, Ara Yayıncılık, s. 133.12 Paul Feyerabend, Akla Veda, Çeviren: Ertuğrul Başer, İstanbul 1995, Ayrıntı Yayınları, s. 301.13 Hall Hellman, Büyük Çekişmeler: Bilim Tarihinden Seçilmiş On Tartışma, Çeviren: Füsun Baytok, Ankara 2001, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, s. 13.14 Feyerabend, Akla Veda, s. 302.15 Drake, “Galileo Galilei”, s. 264.16 J. D. Bernal, Modern Çağ Öncesi Fizik, Çeviren: Deniz Yurtören, 4. baskı, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara 1996, s. 188-189.17 Bkz. Stillman Drake, Galileo at Work: His Scientific Biography, Chicago University Press, 1978, s. 356 vd.’dan nakleden Richard H. Schlagel, From Myth to Modern Mind: A Study of the Origins and Growth of Scientific Thought, vol. II: Copernicus through Quantum Mechanics, Peter Lang, 1996, s. 168.18 Willem B. Drees, Religion, Science and Naturalism, Cambridge University Press, 1998, s. 59.19 Peter D. Smith, “Elective affinity: A Tale of two cultures”, Prometheus, Sayı: 04, 2000, s. 58.



Yazının tamamı: http://www.dergibi.com/polemik/ayrinti.asp?id=296

Modern Araştırmacıların Yuttuğu Salkımlar (Arşivden)



MODERN ARAŞTIRMACILARA NE KADAR GÜVENEBİLİRİZ?!

DÜCANE CÜNDİOĞLU


İlk baskısı 1957'de, son baskısı ise 1992'de yapılan bir kitabın adıdır The Modern Researcher, Jacques Barzun-Henry F. Graff ikilisi tarafından yazılan ve benim 1985 baskısını tedkik edebildiğim bu eserin 1992 tarihli son basımı TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu) tarafından Modern Araştırmacı adıyla Türkçe'ye çevrilerek yayımlanmış ve Türkiye'de ilmî araştırmalarla meşgul olan akademik çevrelerin istifadesine sunulmuştu. Akademisyenlerimiz bu eseri okuyacaklar ve böylelikle bilimsel standartlara göre bir araştırmanın nasıl yapılacağını, bilimsel bir metnin nasıl yazılacağını öğreneceklerdi. Fakat ne gariptir ki bu kitabın daha ilk sayfalarında (First Prenciples: Research and Report as Historian Work adlı bölümünde, sh. 3) bir Türk görevlisinin bir İngiliz'e yazdığı bir mektuptan söz edilir ve bu mektuptan kısa bir alıntı yapılır. Mektubun metni, yine bir İngiliz olan Austen Henry Layard'ın (öl. 1894) Discoveries Among in The Ruins of Nineveh and Babylon (London, 1853) adlı eserinden aktarılmaktadır. Kendisi meşhûr bir arkeolog olup arkeolog sıfatıyla Osmanlı topraklarında İngiltere hesabına casusluk faaliyetlerinde bulunan bu zât, Lord Stanford Canning'in yetiştirmesi olup daha sonra (1877-1890 yılları arasında) İngiltere'nin İstanbul sefirliğini de yapmıştır.
Yutulan salkımlar
Hikâyesi uzun olduğu için mektuptan alıntılanan kısa pasajı zikretmeksizin, doğrudan yazarların değerlendirmesine geçelim:
- "Bu devlet memurunun hiç yıllık rapor hazırlamadığı ortada. Nazik bir dille vermekten kaçındığı üç şeye dikkat edin: nüfus istatistikleri, iş raporları ve tarih. Günümüzde hangi alanda olursa olsun bu üç tip bilgi olmadığı takdirde hayat durur."
Yazarlar mektubu böyle değerlendirdikten sonra modern Türklerin artık istatistiklere önem verdiklerini ve bu tür bilgileri yabancılarla paylaşmayı öğrendiklerini söylerler: "Bugünün Türk memuru nargilesini bırakıp minderinden inmiştir ve İçişleri Bakanlığı adına hane saymakla uğraşmaktadır..."
Başkalarına verilen talkımlar
Bu verileri böylece kaydettikten sonra şimdi de yazarların modern araştırmacılara verdikleri öğütlere bir bakalım.
- "İfadelerin anlamı bulundukları yere ve koşullara göre değişir. Sözgelimi bunlar varılan bir sonucun açıklaması mıdır? Yoksa bir dosta yazılan bir mektuptaki fikirler midir? Veya bir muhalife verilmiş sert bir karşılık mıdır? İşte bu noktada ifadenin önemi ve değeri konusunda karar vermek, engin bilgisi ışığında eleştirmenin görevidir. İncelediği yazarın yalnız eğilimlerini değil, inancının niteliğini de değerlendirmek zorundadır. Araştırmcı gerçeğe körü körüne saplanıp yalnızca alıntılar yapmakla yetinirse, konusunu bir çelişkiler yumağı olarak göstermekten kurtulamaz."

İşin aslı nedir?

The Modern Researcher kitabının yazarları, 1853 tarihli bir kitapta yer alan bir mektuptan kısa bir alıntı yapıp; bir belde ya da ülke halkının nüfusu, oturduğu hane sayısı, sahip olduğu ticarî vasıtalar, ticaret kapasitesi, vb. istatistikî bilgileri bir yabancıya (bir İngiliz'e) vermeyi kibarca reddeden bir Türk görevlisinin mektubunu, modern araştırmacının önüne bir ibret vesikası gibi sürerlerken, her nedense alıntıladıkları mektubu kendi bütünlüğü içerisinde aktarmadıkları gibi, mektup hakkında okurlarına ayrıntılı bir bilgi vermeye de gerek duymamışlardır. Acaba aktardıkları metin, kendi yaptıkları yorumları haklı çıkaracak vasıfları hâiz miydi? Gerçekten de mektup sahibi istatistik bilmez, elinde nargilesi minderine oturmuş (cahil ve tembel) bir Türk görevlisi miydi? Bu bilgileri talep eden İngiliz, insanlığa hizmet için yollara düşmüş masum bir araştırmacı, sade bir bilimsever, gayûr bir istatistik toplama meraklısı mıydı? Mektubu ele geçirip İngilizce'ye çevien Layard'ın bu işi yapmaktaki amacı neydi ve bu mektup, Layard'ın kitabında ne tür bir çerçeve içerisinde yer alıyordu?

Metne dilediğini söyletince...
Yazarlar bu suâllerin hiçbirini önemsememişler ve tarihî bir metni inceledikleri halde, metnin içerisinde yer aldığı tarihsel koşullara, tarafların konumlarına, metinde yer alan sözcüklerin metnin bütünlüğü içerisindeki anlam ve işlevine, kısaca metnin yorumunda namuslu her araştırmacının nazar-ı dikkate alması gereken unsurların hiçbirine kıymet atfetmemişler, metni amaçlarına uygun bir kılığa sokmuşlar, sonra da bu metinden diledikleri mânâyı çıkarmakta hiçbir beis görmemişlerdir.
Bu yazarların gereğini yapmaktan kaçındıkları vazife, kendi tabirleriyle şuydu: "Geçmişi yeniden düşünüp, geçmişte kalmış düşünce ve olayların tam anlamıyla bilincine vararak yeniden değerlendirmek." (a rethinking of past-recapturing in consciousness bygone events and thoughts...)
Oysa bu mektup, Musul Kadısı İmam Alizâde'nin bir İngiliz casusunun kendisinden istediği stratejik bilgilere mukabil kaleme aldığı bir arîza idi ve ince alaylar içeriyordu. (Meselâ: "Evlâdım bu bilgileri ne yapacaksın? Kelime-i şehadet getirip müslüman ol ve tüm bu sıkıntılarından kurtul!" gibi.) Üstelik bu müslüman Kadı, o dönemde Musul'un hazinelerini soyup British Museum'a taşımaya çalışan ajan Layard'ı canından bezdirmişti ve Layard böylelikle ondan intikam alıyor ve onun şahsında müslümanları küçük düşürmeye çalışıyordu. Bizim yazarların yorumu ise, aslında Layard'ın yorumlarını yinelemekten ibaretti. Dahası bu mektup Ernest Renan tarafından 1883'de bir konferans sırasında yine aynı gayeyle (müslümanları bilime düşman göstermek gayesiyle) kullanılmıştı. Başka bir Fransız oryantalisti Massignon ise, 1927'de yazdığı bir makalede, bu mektubun kaynağını bildiği halde bu hakikati saklamış ve bu mektubu Renan'ın uydurduğunu söylemişti. Fakat bu da doğru değildi. Mektubu Renan uydurmamıştı, Layard'ın eserinden almıştı ve bizim Modern Araştırmacı kitabının yazarları gibi müslümanları aşağılamak maksadıyla hedef saptırmaya çalışmıştı.
Modern araştırmacılara yol göstermesi amacıyla yazılan ve TÜBİTAK tarafından da Türkçe'ye çevirilip yayımlanan bu kitabın kısa hikâyesi böyle. Batılılar söyler ama yapmazlar; bizimkiler de bu tür metinlerde bir marifet bulunduğunu zannederler ama nedense verilen bilgilerin aslını araştırmazlar, kendilerini başkalarının ağzından dinlemeyi severler; üstelik övülseler de severler, sövülseler de severler. Oysa düşmanının kendisini övmesinden kuşkulanmayan bir zekânın, düşmanı kendisine sövdüğünde söyleyeceği birşeyi olmaz.
İşbu hakikati övenler bilir ve fakat övülenler bilmez!

( Yeni Şafak, 9 Mart 1999 )

11 Şubat 2008

Püritenler ve Bilimsel İstibdat

PÜRİTENLER VE BİLİMSEL İSTİBDAT _ Prof.Dr. Nevzat TARHAN

Bu yazımızda bir tipolojiden bahsedeceğiz. Bu anlayış her zaman topluma hız kaybettirmiştir. Yazının tümünde çizilen çerçeve içinden baktığınız zaman aslında ne kadar çok püriten insanla yakın temas içinde olduğunuzu dehşetle göreceksiniz. Birde bu çerçeveden son günlerde yaşanan olaylara bakmaya deneyiniz.
Püritenler bu ülkeye ve insanına yazık etmektedirler.
Püriten ahlaka sahip kişiler diğer insanlarda değersizlik, yetersizlik, sindirilmişlik, eksiklik, suçluluk, hayal kırıklığı, hüsrana uğramışlık gibi hisler uyandırırlar. Baskıcı, dominant, buyurgan, emredici, hükmedici tutumları bu hissi uyandırır ve iletişimi zehirleyen bir etki yapar. Demokrasilerin baskıcı kültür olan püriten kültüre bir tepki olarak geliştiğini düşünürsek bu davranış biçiminin iyi anlamamız gerekir.
Baskıcı olmayan kişiler vicdani iç görüye sahip kişilerdir. Sosyal şartları fark ederler, hedeflere ulaşırken başkalarını anlayabilirler. Anlaşmazlıkları azaltan, işbirliğini artıran, bağnazlık ve kutuplaşmayı engelleyen demokrat kültür adaleti yüceltir.
Vicdani adaletin olmadığı demokrat kültürde güçlüler zayıfları “de facto” oluşturarak ezerler. Ortak vicdani değerleri olan demokrat kültürde ise birlik içinde, birbirine değer verip paylaşan bireylerle ortak hedefler doğrultusunda yaşam sürer.
Püritenler; baskı, ceza, korkutma, tehdit ve sindirme gibi unsurları uygulayarak, dünyayı doğru, adaletli, sevgi dolu yapmaya çalışırlar. Demokrasi kültürünün püriten ahlâka tepki olarak geliştiğini söyleyebiliriz. Liberal yöntemleri saçma, aptalca ve vakit kaybı olarak gören bu kültürel miras, gerçekte insanın içindeki kötücül güçlerin bir aldatmasıyla gelişmiştir.
Püriten kişiler dar kafalıdırlar. Onlara göre kurallara uyanlar iyi, uymayanlar kötü insanlardır. Püritenler her şeyi siyah beyaz kodlarında algılarlar. Gri rengi kabul etmezler. Ahlâkî erdemleri yaşamanın, bizzat bir ödül olduğunu düşünmezler. Her şeyi ‘cennet ve cehennem’ ikilemi gibi katı ve esnek olmayan kalıplara oturturlar. Eğer suç ve günahkârlık söz konusuysa, kendilerini Tanrı’nın görevini yapma konumunda hissederler.
Püriten kişiler iddiacıdırlar, çalışmayı ve başarıyı çok severler. Tedbirli davranmak tutkularıdır. Her zaman doğru olanı yapmak isterler. Püriten kişiye göre hiçbir hata, önemsiz değildir. Beklentileri daima yüksektir. Göğüslerine birkaç madalya eklemek püritenlerin diğer bir tutkularıdır. Büyük püritenler, küçük püritenleri madalya, makam ve rütbe ile çılgınca çalıştırır. Bu püriten eğer baskın kültüre mensup biri ise, diğer kültürleri yok etmekten zevk alır. Bunların “Ya sev, ya terk et” tarzındaki şovenizmi sloganlaştırdıkları görülür.
Püritenlerin silahları; çok çalışmak, kurallara bağlılık, ayrıntılara önem vermek, hoşlanma duygusunu ertelemek, gerekirse başka yaşama bırakmaktır.
Kişiliklerini işleten en büyük mekanizma, yanlış bir şey yapmaktan ölesiye korkmalarıdır. Onlara göre hiçbir hata önemsiz değildir. Her şeyi sıfır hata ile isterler. Sadece kendileri için değil, diğer insanlar için de hissederler. Ancak hatasız bir ortamda olduklarına inandıklarında kendilerini güvende hissederler.
Püriten kişi toplumdaki tatsız, can sıkıcı işleri başarı ile halleder. Bu kişi birinci adam olursa, vay onun yanında çalışanların haline demek gerekecektir. İkinci adam olurlarsa büyük bir boşluğu doldururlar.
Püritenlerin kontrol duygusu
Püritenler eğer yönetici iseler, ancak başkalarının yaşamını kontrol ederek kaygılarından kurtulabildikleri için, son derece yıpratıcı ve yıkıcı olurlar. Obsesif kişiler bir insanın ne yaptığını ve nasıl yaptığını kontrol eder, onlar da mükemmeliyetçidir. Püriten kişi ise diğer insanların ruhunu kontrol etmek ister. Başkalarının onu sevmek gibi bir zorunluluğu vardır. Kendisini sevmeyen insanı kolayca düşman kategorisine atabilir.
Sorumluluk sahibi, akıllı, çalışkan fakat katı, esnek olmayan yapıları nedeniyle kolayca öfkelenirler. Yakınlarına hayatı dar ederler. Doğru ve ateş gibi yakıcı eleştirileri vardır.
Kötü bir dünyada değeri bilinmemiş, başkalarının gevşekliği yüzünden bunalmış, hayal kırıklığı içindeki insanın ruh hali ile hep kızgın ve gergindirler. Kontrolü kaybetme duygusu onların öfkesini çok arttırır. Başkasını onayladıklarında veya evet dediklerinde hata yapabilecekleri korkusu içerisindedirler. Ne yapmanız gerektiğini size söyleme istekleri en büyük tutkularıdır.
Toplumsal etkisi
Geçtiğimiz yüzyıllarda doğru, iyi ve güzeli topluma kabul ettirmek için baskıcı yaklaşımlar bir yöntem olarak benimsendi. Ancak günümüzde insanların iyi, doğru, güzel olması yetmiyor. Özgürlük duyguları ve iletişim teknolojisi, insanca yaşamak arzusu ve iyiyi iyi şekilde yaşamak duygusunu insanlarda pekiştirdi.
İnsanlar çoğulculuğu, farklı kültürel mirası yaşamayı ve kültürel duyarlılığı önemsiyorlar. Toplumsal barışın sağlanması için farklı düşüncelerin ifadesine fırsat vermek gerekmektedir. Birilerinin çıkıp ‘sizin iyiliğiniz ve toplumun iyiliği için’ diyerek başkalarına ızdırap çektiremeyecekleri bir dünyada yaşıyoruz artık.
Baskıcı yöneticilere nasıl davranılmalı?
Adalet ve güzellik, kendilerini hak edenlerden çok almasını bilenlere verilmektedir. Hakkını aramasını bilmeyen insan, o hakka layık değildir. Hak arama bilinci, baskıcı yöneticilere karşı en büyük çözümdür. İnsanlar haklarını aramazlarsa, o ülkeyi yönetenlerin baskıcı olması içgüdüsel bir gidiş olacaktır. Çünkü insan doğuştan adil ve iyi değildir. Birilerinin duygularımızı dengelemesi ve ayna işlevi görmesi gerekir. Bunun için demokrasilerde muhalefet ve hak arama çabası desteklenmiştir.
Püriten ahlâk sahibi yöneticilerden hiçbir zaman tam not beklenilmeyeceğini bilmek gerekir. Küserek sonuç alamazsınız. Sizi o zaman yetersiz olarak algılar ve önemsememeye devam ederler. İsyan etmek de faydasızdır. Bu defa haklıyken haksız duruma düşersiniz. Fakat incindiğinizi söylemelisiniz. Bir kişi bile olsa doğruyu doğru şekilde söyleyen kişiye, yönetici püritenler saygı duyarlar.
Öfkeli davranışlar, baskıcı ahlâktaki kişi tarafından kendisine yöneltilmiş haksız bir saldırı ve hakaret olarak algılandığı için onlarla kararlı ve tutarlı bir diyalog, uzlaşmacı yaklaşım daha doğru olacaktır.
Püriten ahlâktaki kişiler, diğer insanlardan daha doğru, daha iyi ve başarılıdırlar. Bunu kabul edip takdir edin. Ama kullandıkları yöntemin çağdışı olduğunu, önceliklerinin yanlış olduğunu açık ve dürüstçe ifade edin.
Kendilerini en vatansever, en çalışkan, en disiplinli gören bir yöneticinin, kullandığı yöntemler konusunda kendisiyle yüzleşmesini sağlamak gerekir. İnsanların davranışlarını düzeltmek ve toplum mühendisliği için ceza vermek ve yasaklamalar koymak korkunç bir stratejidir. İnsanlarda cezadan kurtulma içgüdüsü vardır. İnsan köpek gibi ceza ve otoriteyle değil, kedi gibi başını okşamayla daha iyi ve kalıcı eğitilir. Merak duygusu insanda sansürlü şeylere kolay yönelir. Görmesine izin verilmeyeni daha çok görme arzusu duyar. Cezaya misilleme yapma, özgür yapıdaki insanlarda olan bir güdüdür. Özellikle haksız olduğuna inanıyorsa...
Püriten ahlâkta olan insanlara, yanlışla mücadele biçimlerinin yanlışı arttırdığı, psikoloji bilimi ölçekleri ile anlatılmalıdır. Ancak bu şekilde baskıcı kültür, yerini demokrat kültüre bırakır. Tabii bu da yavaş yavaş olacaktır. Kültürel değişim hiç aceleye gelmez.
Korkunun arttığı ortamda özgüven azalır.
Doğruların peşinden gitmek risk almayı gerektirir.
Üniversite fikrini zorla kabul ettirmeye başlar ve farklı fikirleri konuşturmazsa ‘bilimsel istibdat’ başlar.
Resmi ideolojinin sözcüsü olmak üniversiteler için en tehlikeli seçenektir.
http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141424

AYDINLANMA?

AYDINLANMA?_ Taha AKYOL

BİZDE, hele de 'kurumlar'da "Aydınlama" deyince akan sular duruyor! Marksizmin, "bilimsel sosyalizm" etiketiyle bilim adına hükmetme' yetkisini kendinde görmesi gibi, bizde de "Aydınlanma" deyince mutlak doğruyu savunuyormuşuz gibi bir psikoloji oluşuyor. Hatta bazı hukukçularımız Aydınlanma'yı bir anayasa hükmü haline getiren anayasa taslağı bile hazırladılar!Aydınlanma anlayışının nasıl baskıcı bir eğilim olduğunun kanıtlarından biridir bu!Aydınlanma'nın tarihinde de bir "aydınlanmış despotizm" (münevver istibdat) övgüsü vardır! Sky Türk kanalında cumartesi gecesi Enver Aysever'in "Aykırı Sorular" programında konuşurken de bu konu gündeme geldi. "Aydınlanma" kavramının bu kavramı kullananlara nasıl bir haklılık ve üstünlük duygusunu kazandırdığını gördüm.Marksizmdeki "öncü aydınlar" teorisi de böyleydi.Totaliter aydınlanma"Aydınlanmanın, aklın, bilimin" sözcüsü olmak! Muazzam bir psikoloji tabii! Peki, "ötekiler?" Onlar cahil, satılmış, örümcek kafalı, hasta falan olmalı!Öyle suçluyorlar zaten. Mitingdeki bir konuşmacı Meclis çoğunluğu için "Bunlar hasta" diyebildi!Bilim ve aydınlanma anlayışında bilimin her şeyi kapsadığına, her alanda tek yol gösterici olduğuna iman edilir. 'Ters' bir şeyler söyleyenler ya hasta ya satılmış olmalı!Soljenitsin ve Pasternak gibi 'ters' düşünenler uzun süre tımarhanede tutulmuşlardı.Siyasi bir görüşü bu şekilde bilimle özdeş saymanın nasıl totaliterliğe yol açtığını, totaliter siyasi ideolojilerin babasının da Aydınlanma filozofu Rousseau olduğunu Talmon, "Origins of Totalitarian Democracy" adlı eserinde göstermiştir.Sadece din adına değil, bilim, akıl, Aydınlanma adına da birçok bilgin ve düşünür katledilmiştir! Lavoisier, Aydınlanma uğruna kesilen bilgin başlarından sadece ilkidir!Çağımızda bilimÇağdaşları gibi Atatürk de pozitivistti ve 'Fransız Aydınlaması'ndan esinlenmişti. Ama asıl hedefi "muasır medeniyet"tir ve çağımızdaki muasır medeniyet, Aydınlanma'yı ve pozitivizmi çoktan aşmıştır.Aydınlanma, Newton fiziğine dayanıyordu. Bilimin her alanda, her şeyi kapsayabileceğine itikat ediyordu. Çağımızda ise izafiyet ve kuantum teorileri yepyeni bir evren tasavvuruna yol açmıştır. Karl Popper de göstermiştir ki, bilim "doğrulanmış bilgi" demek değil, "yanlışlanabilir" teori, yani sınanması mümkün bilgiler demektir. Bilimin bu şekilde "sınanabilirlik"le kendi 'yetki' alanını belirlemesi bilimi totaliterlikten uzaklaştırmış, insanların felsefi, estetik, dini ve siyasi tercih hürriyeti genişlemiştir. Karl Popper'in aynı zamanda bir liberal demokrat ve açık toplum savaşçısı olması tesadüf değildir."Bilim" her alanda değil, kendi 'sınanabilir' alanında tek rehberdir; bunun dışında geniş bir "felsefi tercih" alanı da bulunduğu içindir ki, değişik siyasi görüşler vardır, dindar ve ateist bilim adamları vardır.Nitekim dindar bir Müslüman olan Prof. Abdüsselam ile aktif ateist Prof. Weinberg "elektromanyetik etkenlerin bileşimi" konusunda birbirlerinden habersiz olarak aynı bilimsel teoriyi kurarak Nobel Fizik Ödülü'nü kazanmışlardır.Elbette türbanlı bir kız da yarın çeşitli bilim ödülleri kazanabilecek bir performansı gösterebilir.Bırakınız öğrensinler, bırakınız öğretsinler.Hür üniversitede sadece dinin değil, Aydınlanma'nın da yasakları olamaz!
(Milliyet;11.02.08)
http://www.milliyet.com.tr/2008/02/11/yazar/akyol.html

ORTA ÇAĞ DEDİKLERİ

YOKSA EN İYİSİ ORTA ÇAĞ’A DÖNMEK Mİ? _ Haşmet BABAOĞLU

Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in şu sözü bazı gazetelere manşet oldu: “Orta Çağ’a dönülemez!” Malum, ilköğretim kültürümüzden devletin tepelerine kadar pek sevilen, tutulan, kullanılan bir kalıptır “Orta Çağ karanlığı!..” Ne kastedilir peki?Teolojik devlet ve toplum kastedilir; alttan alta İslam toplumları tarihine atıfta bulunulur ve “karanlık” çağrışımlar uyandırılır. Tabii Batı tarihçilerinin kendi tarihlerini bölümlemekte kullandıkları modelin bizde aynen taklit edilip kullanılması da tuhaf ve ironik.Çünkü Batı “Orta Çağ”ını yaşarken İslam toplumları tarihinin en parlak dönemi yaşanmıştır. Öyle bir çağ ki, o dönemde İslam toplumlarındaki bilimsel-felsefi gelişmenin etkisinin hem Protestan reformasyonuna hem de Rönesans’a kaynaklık ettiği bilinmektedir. İşin bu tarafını geçen gün Fehmi Koru da ayrıntısıyla yazdı ve “dönmeyelim, tamam da hangi Orta Çağ’a dönmeyelim” diye sordu. (Yeni Şafak, 09. 02. 08)
***
Ancak ben burada Fehmi Koru’nun da yazısında hiç değinmediği, belki ihmal ettiği bir noktadan söz etmek istiyorum.Çocuksu ezberlere bağlı kalınmak isteniyorsa, karışmam. Ama eğer gerçeklerin peşinde koşuluyorsa (ki bundan kuşkuluyum) Türk aydınının bu Orta Çağ meselesinde öğrenmesi, bilmesi, hesaba katması gereken başka bir şey daha var.Diyelim ki derdimiz bilimden, özgür düşünceden, haktan hukuktan uzak “karanlık bir çağa” dönülmesine karşı çıkmak!..Diyelim ki bunun için Batı modelini kullanacağız...Tamam!Ama acaba Batı Orta Çağı’nı böyle suçlamak ne kadar doğru, ne kadar meşru?Yoksa yanıltıcı bir kolaycılık, daha da doğrusu, cehalet mi?
***
Gerçek şu!Okumuyor, öğrenmiyoruz. Okusak da, hangi kesimden olursak olalım, ezberimizi tazelemek için okuyoruz.Zihni açık, bütün gelişmelerden haberdar akademisyenlerimizin çalışmaları ve düşünceleri popüler kültüre pek yansımıyor.Hâlâ en kolayından klişeleri gündelik siyasete tahvil etmekte çok becerikli Bekir Coşkun, İlhan Selçuk, Hasan Karakaya gibi gazete makalecilerini “fikir adamı” sayıyoruz.O yüzden de Batı’nın saygın tarihçileri ve düşünürleri için artık pek tartışmalı olarak görülen bir tezi; yani Orta Çağ’ın insanlığın karanlık dönemi olduğu iddiasını kesin doğru sanmamıza şaşmamak gerek!
***
Orta Çağ’a “orta” adını vermek bile belli bir siyasal-kültürel bakışın sonucu...Antik Yunan-Roma dönemiyle Rönesans arasını yok sayan paradigmanın ürünü bu adlandırma.İkisinin ortasına “orta” diyor. O da yetmiyor! Koyu bir Roma hayranı olan ve Roma’nın yıkılışından yakınan şair-düşünce adamı Francesco Petrarca’nın (1304-1374) yaşadığı çağa “karanlık çağ” demesinden esinlenerek bütün bir Orta Çağ’a “karanlık çağ” deniyor. Yine de unutmamalı ki, 19. Yüzyıl tarihçilerinin “karanlık çağ” tabirini kullanışı “aydınlanmacı-Protestan” siyasetçiler kadar keskin ve horlayıcı değildi! Onlar Roma’nın yıkılışından Protestan reformuna kadar geçen dönemin Avrupa’sını pek bilmedikleri için bu kavramı kullanıyorlardı.
***
Günümüzde tablo farklı.Günümüzde Orta Çağ hakkında çok bilgi var.Hatta Orta Çağ’da serfliği kötüleyerek “karanlık” terimini meşru göstermek isteyen “aydınlanmacı”larla “ne yani, bir derebeyinin serfi olmak Roma’da köle olmaktan daha mı kötü?” diye dalgasını geçen tarihçiler var bugün.Matematik, fizik, kimya...Bilmeliyiz ki, bunların hepsi Avrupa’ya o “karanlık” denen çağda girmiş, serpilmiş. Matbaanın icadı bile o çağın son dönemlerine rastlıyor.Daha ötesi, Rönesans Avrupası’yla Orta Çağ Avrupası’nı gündelik yaşamda kadınların yeri açısından karşılaştıranlar küçük dillerini yutuyor. Çünkü “karanlık çağ”ın kadınları daha “özgür” ve toplumsal yaşamda daha fazla erk sahibi!
***
Örnekler böyle sürer gider ama yazıyı burada kesmek gerek, yer yetmez çünkü.Bunları anlatmaktaki kastım şu; atıp tutmakla, basmakalıp yargılarla yürümüyor bilginin işleri..Türk aydınının atıp tutmak yerine epeyce ders çalışması gerekiyor.Son olarak da, inatçı ezbercilere bir soru: O cadıları, büyücüleri yakan Roma engizisyonu ne zaman kurulmuş, o insanlık acısı hangi çağda yaşanmıştır?Hadi önce bunu öğrenin de öyle gelin!

( Vatan;11.02.08 )

http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asptarih=11.11.2007&Newsid=161336&Categoryid=4&wid=9

Ateistlerin İnancı

ATEİSTLERİN İNANCI _ Mustafa Akyol


Ateist, yani ‘tanrıtanımaz’ insanlara bazen ‘inançsız’ da denir. Oysa bu çok yanlış bir sözdür, çünkü aslında onlar da inançlıdır: Allah’ın ‘yokluğuna’ inanmaktadırlar. O’nun için ‘vardır’ demek bir iman gerektirdiği gibi, ‘yoktur’ demek de iman ister. Tümüyle inançsız olan bir insan, olsa olsa ‘agnostik’, yani ‘kuşkucu’ olur. ‘Bu konuda bir hükmüm yok, bilemem’ der. Bu basit felsefi gerçeğin günlük siyasi tartışmalarımızla yakından ilgisi var. Çünkü Türkiye’de ‘inançlar’ dendiğinde sadece Allah’ı kabul eden ‘teist’ (ilahi) dinler kast ediliyor. ‘İnançlar kamusal alana girmemeli’ denince de sadece söz konusu dinler dışlanıyor. Örneğin ‘militan dogmatiklerin üniversite bünyesine kabul edilmemesini’ talep eden Prof. Dr. Celal Şengör, bu sözüyle sadece dindar Müslümanları hedefliyor. Oysa ‘ben ateistim’ diyen Prof. Şengör de bir ‘dogmatik.’ Kullandığı üslup da bir hayli ‘militan’. Dolayısıyla eğer onun istediğini yaparsak, bizzat kendisini de üniversiteden çıkarmak gerekecek. Madem kamusal alanda dogma yasak, buyrun kapı önüne!.. Eminim ateistler buna itiraz edecekler, teist inançların ‘hurafe’ye, kendilerinin sahip olduğu ateist inancın ise ‘akıl ve bilim’e dayandığını söyleyeceklerdir. Yüz yıl öncesinde yaşıyor olsaydık, bu iddia bugünkünden daha güçlü olurdu. O zamanlar gelişen bilimin Allah inancını yok edeceği ve ‘din sonrası’ seküler bir dünya yaratacağı fikri pek yaygındı. Oysa işler hiç de öyle gitmedi. 20. yüzyılın ikinci yarısında özellikle fizik alanında elde edilen bulgular, evrenin yoktan var edilmiş ve ‘tasarlanmış’ olduğuna işaret eden güçlü kanıtlar ortaya koydu. O yüzden bugün dünyada sadece ‘Allah’a inanan bilim adamları’ yok, bilimsel verilerden yola çıkarak bir Yaratıcı’ya inanmış eski ateistler bile var. ‘Akıl ve bilim’in ateizmden çok teizmi (Allah inancını) destekler hale gelmesi, düşünürlerin önüne yeni bir soru da koyuyor. Eskiden hep ‘insanlar niçin Tanrı’ya inanır’ diye sorulur ve bir dizi psikolojik faktör sayılırdı: Ölüm sonrasından korkmak, güçlü bir varlığa sığınmak gibi. Ama artık ‘insanlar niçin ateist olur’ diye de soruluyor ve yine psikolojik faktörler inceleniyor. Örneğin Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle, ‘insanın hayattaki tek hedefi haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘ hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘ hakikat’ değil ‘ haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya... Ben ateizmin, özellikle Türkiye’de, bazıları için bir ‘ego tatmini’ işlevi gördüğünü de düşünüyorum. Bunu en net bir kaç yıl önce CNNTürk’ün Beş N Bir K programında konuşan bir aydınımızın sözlerinde sezmiştim. ‘Ateizm zordur, hiç bir güce dayanmadan yaşamak herkesin harcı değildir’ gibi bir şeyler söyleyip kameraya doğru derin bakışlar atmıştı. Böylesi nutukların ‘alt metninde’, toplum değerlerine başkaldıran, sıradışı ve güçlü insan imajını okumamak mümkün değildir. Etrafa bunu saçmanın da kendine has bir hazzı olmalı. Kimi ateistin bilinçaltında ise bağnaz bir dindarla yaşanmış kötü bir anı, ‘ham softa ve kaba yobaz’a duyulan tepki yatar. Ve kategorize edemeyeceğimiz daha nice sebep... Her ne olursa olsun onlarınki de bir inançtır ve demokratik toplumda elbette yeri vardır. Bilime veya ‘kamusal alana’ ipotek koymamaları şartıyla. ( Star;11.02.2008 )
http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=141894

09 Şubat 2008

70 MİLYONA BİR CÜMLELİK FELSEFE...

70 milyona bir cümlelik felsefe yeter mi? _H. Gökhan Özgün / 08.02.2008

Bilginin sopası hâşâ yoktur. Ama bilgi, Türk'ün eline geçince, ne hikmetse, kötü günde filistin askısına, iyi günde kızılcık sopasına dönüşür. İyi günlerdeyiz. Kızılcık sopası günlerindeyiz. Tadını çıkarın. 'Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.' İşte size Türk'ün sopası. Bu hadis, Uğur Mumcu'ya atfedilir. Aslında Konfüçyüs’e aittir. Konfüçyüs'ün söylediği tam olarak şöyledir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, tehlikelidir. Yani gördüğünüz gibi, aslında bu bir bilgi cümlesi değil, bir fikir cümlesidir. Bir şeye tehlikelidir demek, bir bilgi değil, bir fikirdir. Bu cümleye takıntılıyım, çünkü bu cümle Cumhuriyet'in yegâne bilgi kuramıdır. Türkiye'de felsefe diye bilinen her şey Konfüçyüs'ün bu fikir kırıntısından ibarettir. Bu cümleyi her eline geçiren, onu bir kırbaç gibi şaklatarak ortalıkta dolaşır. Türkiye'yi terbiye etmeye girişir. Ama bir gün Türkiye bu kırbaca dayanamaz, ısırıverir. Türkiye bir hayvan gibi, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuştur. Onu kırbaçlayana ifrit olmaktadır. Niye ifrit olduğu hakkında belki bir bilgisi yoktur. Ama artık bir fikri vardır. Bu kadar acı verdiğine göre, bu, kötü bir şeydir. Halbuki 'bilgi' sahibi olsa, o kırbacın yüksek bir bilgiden yapılmış olduğunu anlayacaktır. Di mi? Fikrini değiştirecek va acı çekmeyecektir. Bu halk cahildir. Bu halk vahşidir. Boşu boşuna acı çekmektedir. Halbuki kimileri için tam tersi geçerlidir. Yani, önce fikir sahibi olmadan asla bilgi sahibi olunmaz. Bir dedektif düşünün, bir intihar vakasıyla karşı karşıya, bütün deliller intihara işaret ediyor. Var olan bilgiler ışığında dava kapanacak. Ama dedektifin bir fikri var, diyor ki, intihar değil cinayet. Herkes ona şaşkınlıkla bakıyor. Ve soruyorlar? Nereden biliyorsun diyorlar? Bilmiyorum diyor, dedektif. Benimkisi sadece bir fikir. Ve dedektif, bu nereden geldiği belli olmayan fikir sayesinde belki de yeni deliller topluyor ve bir cinayeti aydınlatıyor. Fani ve zamanı kısıtlı bir yaratık olan insan aslında böyle bilgi edinir. Önce bir fikri ya da inancı olur. Bu ona, bir alan, bir bölge, bir istikâmet yaratır ve bunun üzerinde ilerleyerek 'bilgi' edinir. Edindiği bilgi, sonunda ilk fikrini, inancını pekiştirebilir de, ondan uzaklaştırabilir de. Zaten bu böyle olmasa, demokrasi içi boş bir laftan ibaret kalır. Bu böyle olmasa, kimi köşe yazarlarının doktor muayenehanesi duvarı süsler gibi akademik liyakâtlarıyla köşe süslemeleri gerçekten anlamlı olurdu. Bu böyle olmasa, tarih tarihçilere, siyaset siyaset bilimcilere bırakılabilirdi. Hatta Türkiye, kimsenin bilmediği 'bilgilere' sahip derin devlete bile teslim edilebilirdi. Herkes kendi bilgisinin kapısını kendine ait felsefi bir fikirle açar. Bu felsefi fikre din de dâhildir. Kapıyı açan ilk intibâ , bilginin intibah dönemdir. Felsefe bu yüzden önemlidir. Çünkü felsefe bilginin yegâne demokratik imkânıdır. Felsefe, okumuş okumamış, bilgili cahil, herkese sunulmuş, herkese açık bir imkândır. Tabii hukuk gibidir. Tabii akıldır. Herkes felsefe yapabilir. Herkes felsefe yapabildiği için siyaset vardır, demokrasi mümkündür. Felsefeyi bir ben yapıcam demek, açık açık hepiniz kölemsiniz demektir. 'Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz' cümlesi bana battığı için bu cümleyi araştırdım. Yoksa bunun Konfüçyüs'ün bir cümlesi olduğu ve eksik aktarıldığı bilgisi bana şans eseri ya da vahiy yoluyla gelmedi. Yani, önce fikir sahibi oldum, sonra bilgi. Demokrasiyi engellemek, felsefeyi ve dolayısıyla bilgiyi engellemektir. İnsanların bilgiye açılan çok şahsi felsefe kapılarını ebediyen kilitlemektir. Onları devlet kapısı önünde kuyruğa sokup karneyle bilgi vermektir. Üniversiteye türbanlı kızları sokmamak için yaygara koparacaklarına, Kemalist Türk Silahlı Kuvvetleri'nin liselerde zorunlu kıldığı din derslerini toptan kaldırmak için niye yaygara koparmıyorlar? Din dersi yerine zorunlu felsefe ve din tarihi dersi koymak için niye mücadele etmiyorlar? Şimdi tam zamanı. Bu çelişki size bir fikir verebiliyor mu? Yoksa fikir sahibi olmak için gerekli bilgi gelmedi mi henüz? AKP'den her şeyin hesabını sormayı anlıyorum da, Türkiye'nin derin muhalefetsizliğinin bütün hesabını da AKP'ye yüklemeyi anlamıyorum. Burada büyük bir garabet var. İşte yine bilgiden önce fikrim var. Çünkü aynı Konfüçyüs, 'Fikir sahibi olmadan bilgi sahibi olmak, gereksizdir' de diyor. Bak işte bu, bence de öyle. Acaba bunu niye hiç söylemediler bize? Bu konuda bir fikriniz var mı? Ya da bir bilginiz?
(Radikal; 08.08.08)
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=246877&tarih=08/02/2008

BİLİMPERESTLERİN YANILGILARI

BİLİMPERESTLERİN YANILGILARI

Mustafa AKYOL / February 6, 2008
[6 Şubat 2008 tarihli
Star gazetesinde yayınlandı]

Koyu “laikçi” Prof. Dr. Celal Şengör’ün “dindarlar üniversitelere alınmasın” önerisi, gündeme geldiğinden beri eleştiriliyor. Jeoloji profesörünün “din, bilime dayandırılamaz” kuralından, “dindarlar bilim yapamaz” gibi vahim bir sonuç çıkarmasının yanlışlığı, zaten ayan beyan ortada.
Ama aslında bundan da ileri gitmek ve Sayın Şengör ve onun gibi düşünen “bilimperestlerin” dünya görüşünü biraz kurcalamakta yarar var.
Prof. Şengör, “Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur… bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan bir düşünce sistemidir” diyor. Yani bilimin salt “somut gerçekliğe” dinin ise sırf “inanca” dayandığını ileri sürüyor.
Oysa bakın dünyanın önde gelen astrofizikçilerinden biri olan Arizona Eyalet Üniversitesi öğretim üyesi Paul Davies, 24 Kasım 2007 tarihli New York Times’daki makalesinde bu konuda ne demiş:
“Bize sürekli bilimin dünya hakkındaki en güvenilir bilgi kaynağı olduğu, çünkü test edilebilir hipotezlere dayandığı, dinin ise inanç üzerine kurulduğu söylenir… Bu ayrımdaki sorun şudur ki, bilimin de kendi inanç-bazlı iman temeli vardır. Tüm bilim, doğanın rasyonel ve anlaşılabilir bir düzene sahip olduğu varsayımı üzerinden işler. Eğer evrenin anlamsız karmaşalar ve keşmekeşlerle dolu olduğunu düşünseydiniz, bilim adamı olamazdınız.”
Prof. Davies, bundan şu sonuca varmış:
“Dolayısıyla hem dinin hem de bilimin temelinde inanç vardır: Her ikisi de evrenin dışında bir şeyin varlığını kabul eder: Ya açıklanamayan bir Tanrı’yı, ya da açıklanamayan doğa kanunlarını.”
Bu gerçek, bir “bilimci” ile bir “dinci” arasında aslında bir “inanç dozajı farkı” olmadığını gösteriyor. Elbette eğer “dinci”nin inandığı dinin öğretileri fiziksel veya sosyal gerçekliği görmesini engelleyecek katılıktaysa, ortaya ciddi bir dogmatizm sorunu çıkar. “Dünya dönmüyor” diye fetva veren Ortaçağ Katolik Kilisesi veya Suudi “alim” İbn Baaz örneğinde olduğu gibi…
Ama bir “bilimci” de alabildiğine dogmatik olabilir. Sovyet tarımını “diyalektik materyalizm”e göre çarpıtıp mahveden Trofim Lysenko veya Prof. Şengör’ün “Erke”cilik oynayan ideolojidaşları gibi…
Bu, Türkiye’deki “bilimperest”lerin göremediği gerçeklerden biri. Bir diğeri de, bilimin bize öğretebileceklerinin sınırı ile ilgili.
Prof. Şengör bilimi sınırsız görüyor. Hatta “bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur” diyor.
Bu, vahim bir yanılgıdır. Başka her şeyden önce bilimin kendi disipliniyle çelişir. Çünkü bilimin yöntemleri deney ve gözlemden ibarettir. “Bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur” önermesini ise ne deney ne de gözlem yoluyla test edemezsiniz. Bu, felsefi bir iddiadır. Nitekim zaten Prof. Şengör de dayanak olarak bir felsefeci olan Bertrand Russell’a başvurmuş.
Gerçekte insanlığın bilimden başka daha pek çok “bilgi kaynağı” vardır. Örneğin ben “insanlara adaletli ve merhametli davranmak gerekir” önermesinin doğru olduğunu biliyorum. Beni buna ikna eden hiç bir fizik kanunu, kimya formülü veya biyoloji teorisi yok. Hatta “bilimperestler”in pek sevdiği bazı biyoloji teorilerinin sosyal uyarlamalarına, örneğin Sosyal Darwinizm’e bakarsak, adalet ve merhametin çok aptalca şeyler olduğu sonucu çıkabilir. Ama “vicdan” (sezgi), “gelenek” ve Prof. Şengör’ün hiç hazzetmediği anlaşılan “vahiy” gibi bilgi kaynakları, beni söz konusu değerlere inandırıyor.
Aslında dünya tüm bunları göreli ve kaba pozitivizmi aşalı çok zaman oldu. Sorun, bizim bilimperestlerin fanus içinde yaşamasında.


http://www.mustafaakyol.org/arsiv/2008/02/bilimperestlerin_yanilgilari.php

05 Şubat 2008

Thomas KUHN'dan:

TARİH VE BİLİM FELSEFESİ ARASINDAKİ BAĞINTILAR
Thomas S. Kuhn


“Bugün üzerinde konuşmam istenen konu; tarih ile bilim felsefesi arasındaki ilişkilerdir. Bence bunun, her şeyden çok, düşünsel olduğu kadar derin bir kişisel önemi vardır. Ben karşınızda bir bilim tarihi uygulayıcısı olarak bulunuyorum. Amerikan Felsefe Kurumunun değil, Amerikan Tarih Kurumunun bir üyesiyim. Ancak üniversitenin ilk sınıfında felsefeyle karşılaşmamdan sonraki yaklaşık on yıl için, o benim meslek dışı uğraş olarak birinci ilgi odağımdı ve gerçekten iyi yetiştirilebileceğimi sandığım tek alanı, kuramsal fiziği bırakarak onu meslek edinmeyi sık sık düşündüm. 1948 yakınlarına değin sürüp giden o yıllarda, tarih ya da bilim tarihi bende en hafif bir ilgi uyandırmamıştı. O sıralar, birçok bilim adamı ve filozof için olduğu gibi, benim için de tarihçi, geçmiş üstüne olguları toplayıp doğrulayan ve sonra onları zaman sırasına göre düzene koyan bir kimseydi. Açıktır ki, işi gücü tümdengelimsel çıkarım yapma ve köklü kuramla uğraşma olan bir kimse için olup bitenleri kayda geçirmenin bir çekiciliği bulanamazdı elbet.
Daha sonra, olup bitenlerin yazmanı olarak tarihçi görüntüsünün hem filozoflar ve hem de bilim adamlarına böyle özel bir biçimde niçin sıcak geldiğini soruşturacağım. Onun sürüp giden ve seçme çekiciliği, ne rastlantıdan ne de tarihin özyapısından ileri gelir ve işte bundan dolayı da özellikle aydınlatıcı (s:25) olabilmektedir. Ama benim şimdiki konumum özyaşamöyküsü niteliğindedir. Fizik ve felsefeden tarihe gecikmiş olarak beni çekip götüren şey; bilimin tarihsel kaynak gereçleri içinde karıştırıldığında, bilim pedagojisinde örtülü ve bilimsel yöntemin standart felsefi açıklamalarında belirgin olan bir bilimden çok farklı bir girişim gibi göründüğünün anlaşılmasıydı. Şaşkınlık içinde anladım ki, tarih, bilim felsefecisiyle ve belki de ayrıca, daha önce bulunduğu konumlar için bir örnek kaynağı olarak klasik rolünü aşan yollarda, bilgi bilimciyle ilgili olabilirdi. Diyeceğim, özellikle önemli bir problem ve derin gözlem kaynağı olabilirdi. Dolaysıyla bir tarihçi olduğum halde, en köklü ilgilerim felsefi niteliklerini de sürdürüyordu ve son yıllarda da bu ilgiler, yayınlanmış yapıtlarımda giderek artan bir biçimde açıkça kendilerini dışa vuruyordu. Demek, belli bir ölçüde, hem tarih, hem de bilim felsefesi yapmaktaydım. Elbet, dolaysıyla bunlar arasındaki bağıntı üstüne de düşünmekteydim; ama ayrıca bunu yaşıyordum da,ama bu aynı şey demeye gelmezdi. İşe karışmamın bu ikili yanı bugünkü konuya yaklaşım tarzında ister istemez yansıyacaktır. Bu bakımdan konuşmam da sıkıca birbirine bağlı olmakla birlikte, yine çok farklı iki bölüme yarılacaktır. Birincisi, iki alanı sıkı sıkıya birleştirme yolundaki her girişimde rastlanabilecek güçlükler üstüne,çoğun büsbütün kişisel bir rapordur. İkincisi, daha çok, açıkça düşünsel olan problemleri ele alır ve yakınlaştırmanın gerektirdiği büsbütün özel çabaya gerçekten değer olduğunu gösterir.
Bu ilgiler topluluğunun pek az üyesi, en azından Birleşik Devletler’de, tarih ile felsefenin birbirinden ayrılıp seçilen disiplinler olduğunun belirtilmesi gereğini duyacaktır belki. Öyleyse daha işin başında iken izin verin de, bu yoldan niçin ayrılmaları gerektiği üzerinde durmak için sebepler göstereyim. Bu çalışma alanları arasında yeni bir diyalog çok gerekli olsa da, bu disiplin-içi değil, disiplinler-arası olmalıdır. Tarih ve bilim felsefesinde, Princeton Üniversitesi Programına katıldığımı bilenleriniz, böyle bir alanın olmadığı üzerinde durmamı garip karşılayabilirler. Ne var ki, Princeton’da tarihçiler ile bilim felsefecileri, birleriyle örtüşmekle birlikte yine de farklı çalışma kurları izlerler, değişik genel sınavlardan geçerler ve değişik (s: 26) bölümlerden, yani ya tarihten ya da felsefeden akademik unvanlar kazanırlar. Bir dizayn çerçevesinde özellikle hayranlık uyandıran şey, her birinin disiplin temeline bir yıkım getirmeksizin, alanlar arasında bir diyalog için, onun kuramsal bir temel sağlamış olmasıdır.
İki alanı birleştirme girişiminin olası sonucu için “yıkma” pek güçlü bir terim değildir belki. Çünkü bunlar, birçok temel, kurucu nitelikleriyle birbirinden ayrımlaşmaktadır; bu niteliklerin en geneli ve göze çarpanı gütmekte oldukları amaçlarıdır. Birçok tarihsel araştırmanın son ürünü olan bir anlatı, geçmişin özel durumları üstüne bir öyküdür. Kısmen, olup bitenlerin bir betimidir(filozoflar ile bilim adamları genellikle betimleme der). Ne ki bunun başarısı sadece doğruluğa değil, aynı zamanda yapıya da bağlıdır.
Tarihsel anlatı betimlediği olayları akla yakın ve anlaşılır kılmalıdır. Bir anlamda, yine döneceğim buna, tarih bir açıklama girişimidir. ne var ki açıklayıcı işlevleri, belirtik genellemelere hemen hiç başvurmaksızın gerçekleşir. (Daha sonraki işleme için burada diyebilirim ki, filozoflar tarihteki kuşatıcı yasaların rolünü tartıştıklarında, örneklerini belirgin bir biçimde ekonomistlerin ve toplumbilimcilerin yapıtlarından alırlar, tarihçilerinkinden değil. Tarihçilerin yazılarında yasa tarzı genellemeler bulmak olağanüstü güçtür.) Öte yandan filozof her şeyden önce belirtik genellemeleri ve de genel geçer ölçektekileri amaçlar. Doğru olsun, yanlış olsun, o öykü anlatıcısı değildir. Onun amacı, özel bir yerde ve zamanda olup bitenin anlaşılmasını sunmaktan çok, her zaman ve her yerde doğru olanı bulup getirmektir.
Sizin her biriniz de bu kaba genellemeleri eklemleyip işe yarar hale getirmek isteyecektir; kimileriniz de bunların kök ayırt etme problemleri doğuracağını kabul edecektir. Ama pek azınız bu tür ayırımların tümüyle boş olduğunu anlayacaktır; işte bundan dolayı ben onların kendilerini bırakıp sonuçlarına dönüyorum. Amaçların birbirinden ayırt edilmesini önemli kılan da bunlardır. Bilim tarihi ile bilim felsefesinin ayrı ayrı amaçları olduğunu söylemek, onları, hiç kimse aynı zamanda uygulayamaz demeye gelir. Ne var ki bu da demek değildir ki onları almaşık olarak, yani zaman zaman tarihsel problemler üstüne (s: 27) çalışarak ve bu arada da felsefi sorunlara el atarak uygulamak konusunda da büyük güçlükler vardır. Bu türden bir öngörüyü açıkça amaçlamış olduğum için bunun başarılabileceği inancına da katılıyorum. Ne var ki her yol değiştirmenin kişisel bir ayrılma, bir disiplinini, hiç bağdaşmadığı bir başkası için bırakılması olduğunu tanımak da yine önemlidir. Bir öğrenciyi aynı zamanda her ikisinde birden yetiştirmek, onu her iki disiplinden de yoksun bırakma tehlikesini doğurur. Bir filozof olma, daha başka birçok şeyle birlikte, hem problemler ve hem de onların çözümleriyle ilgili tekniklerini değerlendirilmesine yönelik, özel bir kafa düzenini gerektirir. Bunun gibi, bir tarihçi olmayı öğrenme de yine özel bir kafa yapısını isteyecektir; ama iki öğrenme deneyinin verdiği sonuç asla aynı olmayacaktır. Sanırım burada bir uzlaşma olamaz, çünkü o da ünlü Geştaltçı diyagramın ördeği ile tavşanı arasındaki uzlaşma kadar, aynı türden problemler ortaya koyacaktır. Birçok kimse, ördek ile tavşanı kolayca almaşık bir yolla görebilse de, hiçbir göz çalışması ve keskinliği, bir ördek-tavşan ortaya çıkaramaz. [1]

Girişimler arasındaki bağıntı üstüne olan bu görüş, benim yirmi yıl önce tarihe döndüğüm zaman taşıdığım görüş değildir asla. Daha çok,bir öğretmen bir yazar olarak, bazen üzücü olan,çok daha sonraki deneyimden türemektedir. Birinci rolde, sözgelişi, geleceğin tarihçilerinin ve filozoflarının aynı klasik bilim ve felsefe yapıtlarını okuyup tartıştıkları mezuniyet seminerlerinde, birçok kez ders vermiştim. Her iki grup da bilinçliydi ve her ikisi de verilen ödevleri özenle yerine getiriyordu; ama her ikisinin de aynı metinlere bağlı kaldıklarını sanmak çoğun güçtü. Kuşkusuz her ikisi de aynı göstergelere bakıyordu;ama onları değişik bir yolla ele almak için yetiştirilmişlerdi (isterseniz programlaştırılmışlardı diyebilirsiniz). Bu yüzden,zorunlu olarak raporları,açımlamaları ve tartışmaya katkıları için temel sağlayan göstergelerin kendilerinden çok, işleme giren göstergelerdi- sözgelişi okuma notları ya da metinden alıntılardı.
Tarihçilerin gözünden büsbütün kaçan ince çözümleme ayrımları, filozoflar kendi okumaları üstüne bilgi verdiklerinde, büyük önem kazanıyordu çoğun. Sonuçta karşılaşmalar, tarihçiler için şaşmaz bir biçimde eğitici oluyordu; ama yanlışlıklar (s:28) her zaman onlarda değildi. Nitekim filozoflarca üzerinde çok durulan ayrılıklar, kimi zaman özgün metinde hiç bulunamıyordu. Bilimin ya da felsefenin daha sonraki gelişimini ürünleri oluyorlardı Ve filozofların göstergeleri işledikleri sırada işe karışmaları, kanıtlamayı değiştiriyordu. Ya da yine bunun gibi, tarihçilerin bir konumu açımlamasına kulak verildiğinde, gözden kaçırdıkları eksikliklere ve tutarsızlıklara işaret ediyorlardı filozoflar. Ancak filozoflar, sonra, açımlamanın doğru olduğunu, özgün metinde de eksiklikler bulunduğunu anlayınca şaşırıyorlardı.
[ Kuhn,Thomas; Asal Gerilim (1977), Çev: Yakup Şahan, Kabalcı ya (1994) s:25-29...]
___________________________________________
1-Ünlü ördek-tavşan örneği gibi belirsiz olan figürler, Kuhn, Hanson gibi, bilimde kuramdan bağımsız gözlem olamayacağını savunan düşünürler tarafından her tür insan algılayıcının, ama özellikle bilimsel gözlemin prototipi olarak kullanılmaktadır, ünlü ördek-tavşan figürü şöyledir: (Arşivin altındaki resimlere bakabilirsiniz.)

( T.Kuhn,
Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Alan Yay. İst., 1982.s.:118 )

Cehl-i Mürekkeb = Bilimsel Cehalet

REKTÖRLERE AKIL VEREN GENERAL
…..
Bugün batıda farklı düşünen, radikal düşünen kişilere ödül veriliyor. Çünkü fikirlerin çatışması yeni fikir doğuşlarını getirir. Özgün fikirler kitleleri etkileyen en güçlü silahlar olmuştur. Fakat fikir üretmeyen sadece protesto eden, projesi olmayan sadece yasakları olan bir üniversite Türkiye’ye yakışmıyor.
Türk toplumu doğu değerlerinin yerine batı değerlerini koymadı. Resmi ideolojinin ısrarlarına rağmen kendi modernizmini oluşturmaya çalışıyor. Genç kızların başörtüsü ile toplumda var olması, dinlerinden vazgeçmeden sosyalleşmeleri sosyolojik bir seyirdir.
İnsanlar kapitalist ahlakın acımasızlığına ve modernizmin bencilliğine karşı dinin teselli etme gücüne sığınıyorlar.
İnsanlar dinin yaşama anlam katma gücünü fark ediyorlar. Mücadele edilmesi gereken ve kökü kazınması gereken şey dini değerler değil cehalettir.
Eski modernizm imkansız, ya yeni duruş yahut yok oluş, bunu görmemek cehalettir. Cehaletin en kötüsü de “bilimsel cehalet”tir. Eskiler “cehli mürekkeb” derlermiş. Hem bilmiyor hem de bilmediğini bilmiyor demektir.
“Bilimsel cahiller” önyargılarla hareket ederler. Realite körlüğü içerisindedirler.
Bilim inancı taklit ederse kendi dogmasını oluşturur. Eleştiriye kendini kapatır.
Üniversitelerin ideolojileri, bu resmi ideoloji bile olsa kutsallaştırmaları “bilimsel cehalettir.” “Bilimsel cehalet” ise savaşçı rektörler ortaya çıkarır. Askeri akılla fikrinin önüne dogmayı koyar.
Yahut tek dertleri ellerindeki gücü muhafaza etmek olanlar, yani nefsini kutsallaştıranlar Türkiye’yi 27 Mayıs karanlığına götürmek isterler.
Bilimsel cahiller”e dikkat edelim.
Prof.Dr. Nevzat TARHAN

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141348

BİLİM VE KESİNSİZLİK

BİLİM VE KESİNSİZLİK

Bu bölümde başta Feynman, Jacob Bronovski, Ahmet İnam, Nejat Bozkurt gibi uzmanların da katkılarıyla bilimde "bilirsizlik" ve "kesinsizlik" var mıdır? sorusu üzerinde yoğunlaşacağız. Bilimin olanaklarından öylesine çok yararlanıyoruz ki onun içsel tartışmaları kitleleri pek ilgilendirmiyor. Ama felsefe, öyle değil; felsefe, bana göre, bilimin ensesinde koşuyor! Hep onu izliyor, tutuyor; onunla ilişkiye giriyor, onu eleştiriyor; geliştiriyor. Bilim ve felsefe hem ayrı, hem de “ortak”. Eskiden adetti; matematik kesinliklerin en kesin bilimi olarak belirtilirdi; doğal bilimlerin “kesinliği”nin altı çizilirdi. Şimdi öyle değil.
Felsefecimiz Ahmet İnam, Bilimin Binbir Yüzü'nde şöyle diyor:
“ Önce bilimsel bilgiden başlayalım. Bilimsel bilgi, sınırları olan bir bilgidir. Kavramlaştırabileceği, ölçüp biçip niceliğe dökebileceği, matematiksel dille kendini ifade edebileceği alanlarda çalışır. Ulaşabildiği, sınayabildiği olgularla sınırlıdır. Bu sınırlı alanın sağladığı, belirlediği koşullarda araştırmalarını yürütür. Her şeyi bilemez. Bilmek istemez. Birçok konuyu, sorunu dışta bırakır, görmezden gelir. Felsefe bilginin sınırlarında dolaşır. Temellerini sorgular. Başka bilgilerle (günlük yaşam bilgisi,sanatın,inanç sistemlerinin bilgisi gibi) ilişkisi üstüne düşünür.”

BİLİMİN KESİNSİZLİĞİ

“Her bilimsel yasa, her bilimsel ilke,bir gözlemden elde edilen sonuçların her ifadesi,ayrıntıları (detayları) dışta bırakan bir tür özettir. Çünkü hiçbir şey, tüm ayrıntılarıyla ifade edilemez. Topaç örneğindeki adam,yalnızca yasayı şu şekilde ifade etmesi gerektiğini unutmuştu: “Bir cismin kütlesi,cismin hızı çok yüksek düzeylere çıkmadıkça fazla değişmez.”Oyunun esası,bir spesifik kural yapmak ve sonra da onun süzgeçlerden geçip geçmediğine bakmaktır. Buradaki spesifik tahmin, bütün durumlarda kütlenin asla değişmeyeceği yönündeydi. Heyecan verici bir olasılık! Bu durumun olmadığının anlaşılmasının zararı yoktur. Bir konuda hiçbir şey söylememektense, emin olmadan bir şeyler söylemek daha iyidir. Gerçek şu ki bilimde söylediğimiz şeylerin hepsi,varılan sonuçların tümü kesinsizdir,çünkü hepsi sadece sonuçlardır. Onlar gelecekte neler olacağı hakkındaki tahminlerdir ve siz ne olacağını bilemezsiniz. Çünkü çok sayıda eksiksiz deney yapmadınız. Öte yandan dönmekte olan bir topacın kütlesi üzerindeki bu etki çok küçüktür ve bu nedenle de “Oh,bu etki herhangi bir farklılık yaratmıyor” diyebilirsiniz. Fakat doğru olan ya da en azından ardışık süzgeçlerden geçmeyi sürdüren ve çok daha fazla gözlemle geçerliliğini devam ettiren bir yasa formüle etmek,büyük bir zekayı,imajinasyonu ve felsefemizin,uzay ve zaman anlayışımızın eksiksiz bir şekilde yenileşmesini gerektirir. Ben rölativite teorisine atıfta bulunacağım. Rölativite teorisi,ortaya çıkan zayıf etkilerin,daima çok devrimci düşünce modifikasyonlarını gerektirdiğini göstermiştir. Bu nedenle bilimciler,şüphe ve kesinsizlikle iş görmeye alışıktırlar. Tüm bilimsel bilgi kesinsizdir. Şüphe ve kesinsizlikle ilgili bu deneyim önemlidir. Ben bu deneyimin çok büyük bir değer taşıdığına ve bilimin ötesinde de genişletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnanıyorum ki,daha önce çözülememiş herhangi bir problemi çözmek için,kapıyı bilinmeyene aralık bırakmak zorundasınız. Tam olarak doğru biçimde kestiremediğiniz olasılığa fırsat vermek zorundasınız. Aksi takdirde, eğer zihniniz önceden hazırlarsanız, problemi çözemeyebilirsiniz. Bir bilimci size problemin yanıtını bilmediğinde,o bilgisiz bir insandır. Nasıl çalışacağı hakkında bir sezisi olduğunu söylediğinde o konu hakkında kesinsiz durumdadır. Nasıl çalışacağı konusunda tam emin olunduğunda ve size” onun çalışma tarzı budur sanıyorum” dediğinde hala bir miktar şüphe içerisindedir. İşte bilgisizlik ve şüphe arasında yaptığımız bu ayrım, gelişme yaratmak için paha biçilmez bir öneme sahiptir. Çünkü biz şüphe duyuyoruz ve o zaman yeni düşünceler için yeni doğrultularda araştırmalar öneriyoruz. Çok daha önemlisi,test etmek üzere yeni şeyler yaratmadaki başarınızdır. Eğer yeni bir yöne bakma arzusu duymamış ya da bu bakışı başaramamış olsaydık,eğer hiç şüphe duymamış ya da bilgisizliği kabul etmemiş olsaydık,yeni fikirlere sahip olamayacaktık. Hiçbir şey kontrol etmeye değer olmayacaktı. Çünkü biz gerçeğin ne olduğunu zaten biliyor olacaktık. Bu nedenle, bizim bugün bilimsel bilgi olarak adlandırdığımız şey,kesinliğin değişik düzeylerdeki ifadelerinden oluşan bir kümedir. Bunlardan bazıları pek fazla emin olunmayan şeylerdir. Bazıları ise hemen hemen emin olunacak türdendir. Ama bunların hiçbiri, mutlak olarak kesin değildir. Bilimciler buna alışıktır. Biz biliyoruz ki, yaşayabilmek ve bilmemek, birbiriyle uyumludur. Bazı insanlar, “ bilmeksizin nasıl yaşayabilirsin?” diyor. Onların ne demek istediklerini bilmiyorum. Ben daima bilmeksizin yaşıyorum. Bu kolay bir şeydir. Neyi bilmek istediğimi nasıl bilebilirsiniz? Şüphe konusundaki bu özgürlük, bilimde (ve ben inanıyorum ki diğer alanlarda da) önemli bir konudur. Bu bir mücadeleden doğdu. Bu mücadele, şüphe duymaya, emin olmamaya imkân verilmesi mücadelesiydi. Bu mücadelenin önemini ihmalkârlık ederek unutmamızı ve şüphe için özgürlüğün terk edilmesini istemiyorum. Hoşnutluk verici bir bilgisizlik felsefesinin büyük değerini ve böyle bir felsefenin mümkün kıldığı ilerlemeyi (ilerleme düşünce özgürlüğünün meyvesidir) bilen bir bilimci olarak sorumluluk hissediyorum. Bu özgürlüğün değerini açıklamak ve şüphenin korkulacak bir şey olmadığını, tam tersine insanlık için yeni bir potansiyelin olanağı olarak hoşnutlukla karşılanması gerektiğini öğretmek için kendimde bir sorumluluk hissediyorum. Eğer emin olmadığınızı biliyorsanız, durumu değiştirmek için bir şansınız var demektir. Ben bu özgürlüğü gelecek kuşaklar için talep etmek istiyorum. Şüphe, tüm bilimlerde açık bir değerdir. Onun öteki alanlarda da öyle olup olmadığı, çözümlenmemiş, kesinsiz bir problemdir. Gelecek konferanslarda birçok noktayı tartışmak ve şüphelenmede önemli olanı ve şüphenin endişe edilecek bir şey değil, fakat çok büyük değeri bulunan bir şey olduğunu göstermeye çalışmak için fırsat bulacağımı umuyorum.
(Feynman, R.; Her Şeyin Anlamı, 1963 konferansları, s: 33-36)
KESİNLİKLERİN SONU
Kesinliklerin sonu da ne demek? Evet. Artık kesinliklerin sonuna geldik. Dünyamız değişti. Hiç bir şey mutlak, kesin doğru değil. Bunu anlamak hem kolay, hem değil. Aklın İsyanı’nın yazarları, yani diyalektik materyalizmin yeni aktörleri de anlamıyor! Yeni aktörler terimini niçin kullandığımı biraz sonra açıklayacağım. Doğayı araştıranlar bilir, laboratuvarda ölçüm ve gözlem yapanlar bilir, ölçümler asla tam kesin (mutlak) değildir. Ölçümler, tam gerçek değil, karmaşık birçok etkinin yok sayıldığı idealize sonuçlardır. Doğa yasaları, mutlak, kesin, değişmez değildir. Ancak bunu anlamak da kolay değildir. Her şeyi mutlak olarak bilemeyeceğimizi söylemeliyiz.
Bu anlam, Oliver Cromwell ’in sözlerinde özetlenmiştir: ‘Tanrı aşkına, yalvarırım, ne olur, yanılabileceğinizi bir kez olsun düşünün.’
Dostum Leo Szilard’ın anısına, Auschwitz’de ölen yakınlarımın anısına, bir insan olarak, canını kurtarabilmiş bir kişi, bir tanık olarak, burada, bu havuzun başında,saygıyla duruyorum. Kendimizi, mutlak bilgi ve güç hastalığından kurtarmalıyız. Makineleşmiş insanlıkla gerçek insanlık arasındaki yolu kapamalıyız. Kanıyla, canıyla,insanlara dokunabilmeli, insanlara erişebilmeliyiz”
(J.Bronovski, İnsanın Yücelişi,)
Bilimsel başarılar, alçakgönüllüğü azaltmıştır aslında. Unutmayalım, alçakgönüllülük, yüksek konumlarda bulunanların gösterebileceği bir davranış. Alçakgönüllülük, bir gösteriş ya da alçalış değil, kararlı bir kendini göstermedir.
Bir şeyi söylemek isterim. Kesinsiz olan yalnız bilim mi? İnsan, her şeyi biliyor mu? Size gerçekleri açıklayacağım bilim,kesinliği belirtmez. Bilim adamları, genellikle alçakgönüllü insanlardır; ama bilim hakkında ahkam kesenler (şu anda ben de öyle sayılırım) ise genellikle pes perdeden konuşuyorlar. Yanılabileceğini düşünmeyen, kabul etmeyen insanların yeni şeyler öğrenmesi ve hatta bir buluş yapması çok olası değildir.
Bilim deyince birçoğumuzun aklına ulaşılamaz, ancak bazı insanların ulaşabileceği soyut, üstelik matematiksel düşünceler anlaşılır.
“İnsanın kavrama kabiliyetine sınır koyma çabaları” yinelenip durmuş! İnsan her şeyi bilebilir mi? Burada karşı karşıya kaldığımız durum, eleştirenlerin “kavrama kabiliyetinin ne kadar sınırlı” olduğunu ortaya koyuyor! Ne yazık ki “bilemeyeceğimiz” bazı şeyler vardır. Bunu kabullenememek, nesnel bir tutum değil, öznel bir tutumdur. Her şeyi bilemeyiz. Öyle değil mi?

KÖR KAHİNLER

Bilim adamlarının çok akıllı, geleceği gören(ileri görüşlü) insanlar olduğu sanılır. Bilim adamlarının özünde çok akıllı insanlar olduğu sanırım doğrudur; ama geleceği görecek kadar kâhin oldukları, hatta iyi aile elemanı oldukları bile tartışmalıdır. İşte örnekleri: “Radyonun geleceği yok” Lord Kelvin, İskoçyalı fizik bilgini “Artık yeni hiçbir şey yok. İcat edilebilecek her şey icat edildi” Charles H. Duell, Amerikan Patent dairesi başkanı, 1899. “Denizaltıların savaşta ne işe yarayabiyeceğini anlayamadım. En fazlasından mürettabatın boğularak ölmesine sebep olabilir.” H. G. Wells, yazar, 1901. “Atlar her zaman kullanılacaktır. Otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir.” Henry Ford’un kredi talebi üzerine otomativ sektörünün geleceği konusunda ekspertiz veren bir banka müdürü,1903. “Uçaklar hoş oyuncaklar. Ama askeri bir değeri yok.” Mareşal Ferdinand Foche, Birinci Dünşa Savaşı’nda Fransız orduları Başkomutanı, 1911. “Artistlerin konuşmalarını kim duymak ister ki?” Harry M. Warner, film endüstrisi yöneticisi. O sıralarda yeni icat edilen sesli film hakkında, 1927. “Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam öyle bir kutuya bakmak istemez.” Darryl F. Zanuck, Twenty Century Fox’un Başkanı, 1944. “Bilgsayarlar gelecekte belki sadece 1.5 ton ağırlığında olacak” Populer Mechanics dergisi, 1949. “İnsanların büyük çoğunluğu için tütün tüketimi gayet sıhhi bir şeydir” Doktor Ian G. McDonald, Operatör, 1963. “İnsanların evlerinde bilgisayar bulundurmak istemeleri için herhangi bir neden göremiyorum” Kenneth Olsen, Digital Equipment Corp.’un (bilgisayar firması) Başkanı, 1977.(Alman Spiegel Special,’den aktaran Sabah, 10 Ekim 1998)
Bilim adamlarının da aslında sıradan insanların yaptığı hatalara düştüğünün tarihsel kanıtları vardır: Newton girişim halkaları deneyini gerçekleştirdi; çeşitli renklerin dalga boyu oranlarını doğru olarak hesapladı; ama ışığın dalga kuramını eleştirdi.
Faraday, kısmen de olsa kendi deneylerinden esinlenen Maxwell denklemlerini fazla matematiksel bulmuştu. Maxwell ise türettiği denklemlerden çıkan dalgaları illa da mekanik bir modelle açıklamaya çalışmıştı.
Mucitlerin itirazları, Kuantum mekaniği için de olmuştur: Kuantum Mekaniğine temel katkılar yapmış çok sayıda önemli bilim adamının sonradan teoriye çeşitli şekillerde cephe almaları özellikle dikkat çekicidir. Einstein ve Schrödinger, bunun en ünlü iki örneğidir.
Enerjinin kuantumlu olduğu fikrini 1900 senesinde ilk ortaya atan ve kendi adını taşıyan sabiti ölçerek fiziğe sokan Max Planck , Einstein’in bu fikri bir adım daha ileri götürerek fotonları ortaya atmasını 1913 senesinde bile kabul edememişti. Teorinin sonraki gelişmeleriyle de fazla ilgisi olmadı.
Atomda bir çekirdek bulunduğunu keşfeden, radyoaktif maddelerden yayılan alfa, beta, gamma ışınlarının özelliklerini inceleyen Rutherford 1930'ların başında çekirdek enerjisinin (nükleer enerjinin) kullanılır hale getirilmesinin hayal olduğunu söylemişti.1936 yılında şöyle diyordu: "...Atom çekirdeklerinde deney yapmak boşunadır. Kim, atom çekirdeği enerjisinden yararlanmaktan söz ederse saçmalıyor demektir" Bu düşüncede hepimiz (Bohr, Rutherford ve Heisenberg) birleştik ve içimizden hiçbiri o zamanlar birkaç yıl sonra Otto Hahn tarafından uranyumun parçalanmasıyla durumunun kökten değişeceğini görememişti.
(W.Heisenberg,Parça ve Bütün,s:184)


NÖTRİNO VE BİLİMİN KESİNSİZLİĞİ

“Enerjinin korunumu yasasının kullanıldığı ilginç başka bir örnek de bir nötronun, bir proton,bir elektron ve bir anti-nötrinoya ayrıştığı tepkimedir. Önceleri nötronun bir proton artı bir elektrona dönüştüğü düşünülmüştü. Ancak, bütün parçacıkların enerjileri ölçülebiliyordu ve bir proton ile bir elektronun toplamı bir nötron vermiyordu. Bu durumda iki olasılık vardı: Enerjinin korunumu yasası belki de doğru değildi. Gerçekten de bir ara Bohr,enerjinin korunumu yasasının yalnız (s: 82)istatistiksel olarak,ortalamalar için doğru olabileceğini ileri sürdü. Ancak, şimdi ikinci olasılığın doğru olduğu,enerji hesabının tutmaması nedeninin başka bir şeyin, karşı- nötrino dediğimiz şeyin ortaya çıkması olduğu saptandı. Bu karşı-nötrino da enerji alıyordu. Karşı-nötrinonun ortaya çıkışının tek nedeninin enerjinin korunumu yasasını doğru kılmak olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat bu parçacık başka birçok şeyi de doğru kılıyor;örneğin momentumun korunumu ve başka korunum yasalarını. Öte yandan, nötrinoların gerçekten var oldukları yakın zamanda kanıtlanmıştır.
Bu örnek bir konuya açıklık getirmektedir. Yasalarımızı emin olmadığımız alanlara da genişletebilmemiz nasıl mümkün oluyor? Enerjinin korunumunu bir yerde doğruladıktan sonra,yeni bir durum ortaya çıktığında onun da enerjinin korunumu yasasını sağlaması gerektiğinden neden bu kadar eminiz? Ara sıra gazetelerde fizikçilerin, çok sevdikleri bir yasanın yanlış olduğunu keşfettiklerini okursunuz. Öyleyse, bir yasanın henüz incelenmemiş bir alanda geçerli olduğunu söylemek yanlış mıdır? Eğer bir yasanın henüz incelemediğimiz bir alanda da doğru olacağını asla söyleyemezseniz hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir. Eğer bulduğumuz yasalar, yalnız henüz gözlemlemeyi tamamladığımız yasalardan oluşursa, hiçbir zaman ileriye dönük tahminlerde bulunamayız. Halbuki bilimin tek yararı yola devam edip tahminler yürütmeye çalışmaktır. O nedenle yaptığımız şey, her zaman riski göze almaktır. Enerjiye gelince, başka yerlerde de korunmakta olması en kuvvetli olasılıktır.
KESİN OLMAMA..
Bu, bilimin kesin olmadığı anlamına gelmektedir. Doğrudan görmediğiniz bir inceleme hakkında bir önerme yaptığınızda sizin de kesin olmamanız gerekir. Ancak, bizler görmediğimiz alanlar hakkında da beyanlarda bulunmak zorunda kalırız; yoksa bütün bu işlerin bir yararı olmaz. Örneğin hareket eden bir cismin kütlesi, enerjisinin korunumundan dolayı değişir. Enerji ile kütle arasındaki ilişkiden dolayı,hareket nedeniyle oluşan enerji ek bir kütle etkisi yapar;böylece de,hareket eden cisimler daha ağırlaşırlar. Newton durumun böyle olmadığı, kütlelerin sabit kaldığı görüşündeydi. Newton’un bu fikrinin yanlış olduğu ortaya çıktığında herkes fizikçilerin hata yapmış olduklarını görmenin korkunç bir şey olduğunu söyledi durdu. Neden kendilerinin haklı olduklarını sanıyorlardı? Gerçekte etki çok ufaktır ve ancak ışık hızına yaklaştığınızda ortaya çıkar. Bir topacı döndürdüğümüzde kütle, çok çok küçük bir hata payı ile, döndürmediğimiz zamanki ile aynıdır. O halde “şundan veya bundan daha hızlı döndürmezseniz kütle değişmez” mi demek gerekirdi; o zaman kesinlik olur muydu? Hayır, çünkü deney yalnız tahta, bakır ve çelik topaçlarla yapılmış olsaydı “ tahta, bakır ve çelikten yapılmış topaçlar şundan veya bundan daha hızlı hareket etmezse vb…” demek gerekecekti. Gördüğünüz gibi, her deney için gerekli olan bütün koşulları bilmiyoruz. Radyoaktif bir topacın kütlesinin korunup korunmadığını bilmiyoruz. Bilime herhangi bir yararlılık sağlamak için tahminler yürütmemiz gerekiyor. Yalnızca saptadığımız deneyleri açıklamakla kalmayacaksak onların gözlem kapsamları dışında da geçerli olan yasalar öne sürmemiz gerekir. Bilimi kesinlikten uzaklaştırsa da bunda yanlış olan bir şey yoktur. Eğer daha önce bilimin çok kesin olduğunu düşündüyseniz,siz hata yaptınız.
(Feynman,Fizik Yasaları Üzerine,TÜBİTAK y, s: 82-85)

İNSANIN KAVRAMA KABİLİYETİ SINIRSIZ MIDIR?
“ Ne var ki tüm felsefe tarihinde,şu veya bu nedenle “ bilemeyeceğimiz” bazı şeylerin olduğunu iddia etmek için, insanın kavrama kabiliyetine sınır koyma çabaları yinelenip durmuştur. Bu nedenle Kant, yalnızca görünümleri bilebileceğimizi ama kendinde-şeyleri bilemeyeceğimizi iddia etmişti. Kant bu düşüncesinde aslında Hume’un şüpheciliğinin, Berkeley’in öznel idealizminin ve sofistlerin ayak izlerini takip ediyordu: Dünyayı bilemeyiz.” (Aklın İsyanı,s: 112)
Kant var, Hume var, Berkeley var! Ne çok biliyorlar değil mi? Bunu okuyan kimse,onların bilgisi karşısında “aczini” teslim etmeye hazır olabilir. Bizim Kant’tan, Hume’un şüpheciliğinden, Sofistlerin ayakizlerinden alacağımız “dersler” var. Marks’ten, Engels’ten de. Doğa ve tarih bilgisi anlamında bunları anıyorum. Lenin, Stalin, Mao gibi isimler felsefeden çok politikanın konusudurlar. Ama Aklın İsyanı’nın yazanlar, onları da birer “ filozof” olarak ele alıyor. İşi çığırından çıkaran noktalardan birisi bu. Bizdeki Mustafa Kemal sorunu da öyle. Hemen benim bir Atatürk düşmanı olduğunu öne sürmeden önce Yunus Nadi’nin oğlu olan Nadir Nadi’nin “Ben Atatürkçü Değilim” demesinin anlamını düşünmelerini öneririm. Kısacası Mustafa Kemal, Lenin vb filozof değil, birer siyasal önderdir. Daha fazlası değil.
Türkiye, aydınlanıyor; yalnız siyasette değil bilimsel alanda da “iki yüzlüler”i seçebiliyorlar.
Hayır, çok bilmiyorlar; ama çok biliyor görünüyorlar.

BİR ŞEY HEM VARDIR; HEM YOKTUR” DİYALEKTİĞİ(! )ÜZERİNE


Bu konu üzerinde düşünmenizi öneririm. Çünkü Diyalektik Materyalizm başlığı altında düşünceler esir alınıyor. Bir şey hem vardır, hem yoktur ikilemi, Aristo’nun ikilemidir ve doğru düşünme yöntemi değildir.
Türkiye’de felsefeciler, somut konulara pek ilgi duymuyor. Geçmişin sorunları üzerinde kafa yormayı daha gerekli görüyorlar. Oysa biraz araştırsalar, kendilerine enfes malzemeler sunan örnekler bulurlar. Aklın İsyanı işte böyle bir eser. Görünürde Marks, Engels, Lenin, Troçki, Luxemburg uzlaştırılıyor;yalnızca Stalin dışlanıyor. Stalin’in yönteminin ne olduğunu onlara sormalıyız. Adı geçen bu insanların hepsi “Diyalektik ve Tarihi Materyalizm” yöntemini kullanmıştır; ama bu insanlar çok farklı düşünceler öne sürmüşlerdir. Eğer, Lenin’le Troçki uzlaşabiliyorsa, Lenin'le Rosa Luxemburg uzlaşabiliyorsa- ki bunlar en azından politik öngörüler bakımından uzlaşmazdır- o zaman diyalektik, yeni bir tanım gerektiriyor!
Gerçekte diyalektik materyalizm ambalajı içinde asıl bilinemezliğini kendileri savunuyor:
“Maddi alem sürekli bir değişim durumundadır ve bu nedenle “ hem vardır hem yoktur”. Bu,diyalektiğin temel önermesidir.” (Aklın İsyanı,s:161)
Eğer bu ilke ya da temel önerme doğruysa bundan “maddi alem hakkında hem bilgi sahibiyiz hem değiliz” çıkarsaması yapılabilir.
O zaman “ Dünyayı hiçbir zaman bilemeyiz”.
Bunu Evren konusunda açıkça da belirtiyorlar. “ Bilim-kurgunun en inanılmaz serüvenlerinden biçim ve süreçlerin biteviye çeşitliliği itibarıyla çok daha harikulade olan yegâne “nihai gerçeklik”,sonsuz, ebedi ve her an değişen nesnel evrendir. Sabit ve değişmez bir konumdan-bir “nokta”-ziyade, bir sürece, asla sonlanmayan bir akışa sahibiz. Buna, bir başlangıç ya da bir son biçiminde bir sınır dayatma girişimlerinin tümü kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğrayacaktır.”
(Aklın İsyanı,s: 105)
İçindeki edebiyatı, sonuca mistik bir hava, bir kâhinin pes perdeden kehaneti havasını verme süsünü atın, geriye “evrenin başlangıcını ve sonucunu bilemeyiz” sonucu kalır. “Harikulade olan yegâne nihai gerçeklik, sonsuz, ebedi ve her an değişen nesnel evren” e yaklaşamazsınız. Neden? Çünkü o “ harikulade, sonsuz, ebedi ve her an değişiyor” Gücün yetmez! Bu, bir bilim üslubu değil, bir teolog ya da astrolog üslubu. Büyük Patlama Kuramı doğru olmayabilir; ama bilimin dokunulmaz sanılan alanlarından en büyüğüne yapılan devrimci bir bakıştır. Yarım yüzyıl öncesine dek “yaşamın nasıl doğduğu” sorusuna da “ bilinemez” diye bakılıyordu. Bugün bilim buna bile el atmışken Evrenin Doğumu’na niçin bakmasın? Geleceği bilemeyiz; ama bu gelecekle ilgili tahminlerde bulunmamızı engellemiyor. Düşe kalka bu tahminlerin ne derece doğru ya da yanlış olduğunu araştırmaktan başka bir yol yok. Aklın İsyanı’nın yazarları ayrıca “geleceği bilebiliriz” savını savunuyorlar.

YAŞAMIN GİZİ


“Moleküler biyolojinin ortaya çıkışından önce, bilimi alanında böyle bir şey yoktu. O zamanlar “yaşam gizi”, ilkesi gereği ulaşılamaz görünürdü. Günümüzde bu giz büyük ölçüde açıklanmıştır. Öyle görünüyor ki bu önemli olay, kuramın genel anlamı ve kapsamı uzmanlar dışında da anlaşılıp değerlendirilebildiği zaman, modern düşüncede ağırlığını büyük ölçüde duyuracaktır. Bu denemenin buna yardımcı olacağını umuyorum. Gerçekten ben, modern biyolojinin kavramlarının, kendilerinden çok “biçim”lerini açığa çıkarmaya, düşüncenin başka alanlarıyla mantıksal bağlantılarını göstermeye çalıştım.
Günümüzde bir yapıtın adında bilim adamının, “doğal” nitelemesiyle birlikte de olsa, “felsefe” sözcüğünü kullanması tehlikelidir. O yapıtı, bilim adamlarının güvensizlikle, filozofların ise olsa olsa bir gönül indirmeyle karşılayacakları önceden görülebilir. Tek, fakat haklı olduğuna inandığım bir mazeretim var: Bilim adamlarına düşen ve bugün her zamankinden daha çok kendini duyuran ödev, kendi bilim kollarını çağdaş kültürün bütünü içinde değerlendirmek, onu yalnız teknik bilgilerle değil, aynı zamanda bilimin kazandırdığı, insansal açıdan önemli gördükleri düşüncelerle de zenginleştirmektedir. Yeni bir bakışın (biliminki hep böyledir) arılığı, kimi kez sorunlar üzerine yeni bir ışık serpebilir.
Doğal olarak geriye, bilimin esinlediği düşüncelerle, bilimin kendi arasındaki her türlü karışıklıktan kaçınmak kalıyor. ama işte bu nedenle de, bilimin ortaya koyduğu sonuçların tüm anlamını açıklayabilmek için, bunların son sınırına dek götürmek gerekiyor. Zor bir uygulama. Bunu eksiksiz yaptığımı öne sürmüyorum. Önce bu denemenin salt biyolojik bölümünün hiçbir özgün yanı bulunmadığını belirteyim. Modern bilimce saptandığı kabul edilen düşünceleri özetlemekten başka bir şey yapmadım. Örnek seçiminde olduğu gibi, değişik gelişmeleri verilen önemin de kişisel eğilimleri yansıttığı doğrudur. Biyolojinin kimi önemli bölümlerinin burada sözü bile edilmedi. Nisan, 1970"(Kitabın Önsözü’nden)
(Jacques Monod, Rastlantı ve Zorunluluk(1970), Dost Kitabevi,s:11-13)

Bilimsel anlayış, daha az iddialı düşüncelere dayanır: “Gerçekten de bir bilim adamının ilk öğreneceği şeylerden biri, büyük olasılıkla, sahip olduğu güçlerin çok kesin sınırları olduğudur. Kesintisiz çalışacak makineler yoktur, ışığın hızı değişmezdir ve sonsuz gençlik yoktur. Bunun için yöntembilimciler, tüm genelgeçer (evrensel geçerli) savları reddetme eğilimine girmişlerdir. Bacon, örneğin, Lull’un çalışmasını “bir sahtekârlık yöntemi” olduğu gerekçesiyle reddetmişti”
( Derek Gjertsen,Bilim ve Felsefe, Say y,s: 102)

MATERYALİZM VE KESİNLİK


“Materyalizme gelince, tüm bilim kendisini son tahlilde ona savlarının kanıtını ya da tersini verecek olan deney ve gözleme dayandırdığı ölçüde, doğası gereği materyalisttir. Bilim, gerçek dünyayı,yani bizim dışımızda varolan ve bize duyularımız aracılığıyla verilen maddi dünyayı uğraş edinir. Tüm düşünceler, duyumlar, tahayyüller, kavramlar( en soyut olanları bile), yalnızca maddi dünyanın az ya da çok kusurlu temsilleridirler. Maddeden ayrı bağımsız bir varlıkları yoktur. Maddi bir beyin çıkarımın asimetrik olmasının sonucu şudur: değilleme, insanların dikkatsizce ‘ispat’ dedikleri şeyden daha güçlü bir yöntemdir.
Gerçekten de bilimci çoğunlukla tam bir güvenle ‘ispat’tan söz etmez. Ne kadar deneyimli ise bundan o ölçüde uzak durur. Deneyimi arttıkça değillemenin gücünü ve acemilerin ispat dedikleri şeyin güvenilmez olduğunu farkeder. Çünkü… ters hipotezi, yani araştırılanın tam karşıtını öne süren hipotezi araştırıp belki de çürütmek, araştırmanın iyi bilinen bir oyunudur. Bütün bu nedenlerden dolayı bilimde hiçbir hipotez ve hiçbir bilimsel teori şüphe götürmez bir kesinlik kazanamaz; eleştiri veya değişiklik ihtimaline açık olmayan bir kesinlik kazanamaz. Öyleyse bilimci, gerçeği arayandır. Gerçek, ulaşmaya çalıştığı şey, yüzünün dönük olduğu yöndür. Ancak kesinlik onun erişimi dışındadır; yanıtlamak istediği sorunların birçoğu doğal bilim dünyası dışında kalır.”
(P.B.Medawar, Genç Bilimadamına Öğütler s:104)
[ Ramazan Karakale, http://www.atominsan.com/ ]