[Bilimin dünyasında yaşamak «quantité», kemmiyet dünyasında yaşamak demektir. Kendimizle veya başkalarıyla ilgili herşeyi sayılar, sıralamalar, birbiri yanma konulan, birbiriyle karşılaştırılabilen nesneler aracılığıyla kavrıyoruz. İnsan olarak bilincimizi «quantification»ler belirlediği için, bugünün insanları olarak bizler kemmiyet hakimiyeti altında yaşamayı olağan, yerinde ve hatta isabetli, kaçınılmaz saymayı uygun görüyoruz. - İ. ÖZEL, TAHRİR VAZİFELERİ, TİYO, Nisan 2018, s.: 206]

18 Temmuz 2018

"Clean Rom" Temiz Oda Değil



"Clean Room" Temiz Oda Değil
“ Clean room derken güzelce silinip süpürülmüş veya hastanelerdeki hijyenik odalardan değil, cep telefonlarından bilgisayarlara kadar her çeşit elektronik aletlerde kullanılan çiplerin üretilip araştırma ve geliştirmesinin yapıldığı (elektronik sanayinin gurur kaynakları) laboratuvar ortamından bahsediyorum. İçinde metreküp başına neredeyse parmakla sayılabilecek kadar az miktarda toz zerreciğinin bulunduğu bu laboratuvarlarda yapılan çalışmalar neticesinde üretilen ve hayatımızın her noktasına yapışan aletlerin, cihazların insanlığı ne kadar düşük ve sefil bir duruma soktuğu bir tarafa, bu 'clean room'ların temizliği sadece oralarda üretilen çiplerin kalitesine ve dolayısı ile elde edilecek kârın azâmiliğine mâtuf.
Uzakdoğu’dan Amerika’ya kadar yüksek teknolojide söz sahibi durumundaki, hatta bazı ülkelerin ihracatlarının beşte birine karşılık gelecek meblağlarda ihracat kapasitesine sahip şirketlerde çalışan clean room personelinin daha 20'li, 30'lu yaşlarda yakalandıkları kanser (özellikle lösemi), bebek düşükleri, sakat doğumlar ve daha birçok ciddi sağlık problemi, buralarda çalışanların emniyetlerinin aslında hiç de o kadar dikkate alınmadığı gerçeğini ortaya çıkardı. Hem personelin giydiği özel kıyafetler hem de temiz odalardaki tozdan arındırma sistemlerinin amacı sadece çiplerin ve öteki elektronik parçaların yüksek kalitede üretilmelerini sağlama amacını güdüyor. Kullanılan uçucu ve de zehirli sıvılardan buharlaşan zerrelerin solunmasından insanları koruyacak tedbir yok. Bu kimyevi maddelerin küçük bir kısmının bile insan vücudunda meydana getirdiği bu tahribat, yani 10 sene zarfında hayati tehlike arz eden bir sağlık sorununa yüksek bir ihtimal ile düçar olma riski, bize bunların tabiata bulaştığı zaman ne kadar yıkıcı zararlar vereceği konusunda bir fikir verebilir. Bu tehlikeli atıkların ortaya çıktıktan sonra taşınması, saklanması ve bunlarla ilgili standartlar ve benzeri hususların hiç bir ehemmiyeti yok. Zira bir kere bu melânet ortaya çıktıktan sonra er veya geç dünyanın bir yerlerinde bu necaset akacak, bulaşacak, tabiata sızıp suları, toprakları kirletecek. Bundan kaçış yok. 
Ama neyse ki tıp, genetik ve biyoloji var ve bu sahalarda çalışan kıymetli (!) bilimadamları ve kadınları (kısaca biliminsanları deniyor şimdilerde) hastalıklara çare bulmak için gece gündüz demeden çalışıyor, derdimize derman olacak keşiflerde buluyorlar… mı? Böyle mi gerçekten? Mekanizmasının her parçası azami kâr elde etmeye endeksli batı medeniyetinin hüküm sürdüğü bu dünyada böylesine “masum” ve “insancıl” bir amaç uğruna çalışan bir taraf olabilir mi? Bu medeniyetin üzerine inşa edildiği temeller böyle insani bir gaye taşıyan işler yapılmasına zemin teşkil eder mi? Cevabınız nedir, bilemem. Ama bir süre önce Hollanda'da meydana gelen bir keşif ve akabinde vuku bulan tartışmalar her hâlükârda ilginizi çekebilir. 
Tartışmanın merkezinde bir grip virüsü var. Genetik ile uğraşan bir bilimadamı uzun uğraşların neticesinde tüm dünyada salgın halinde yayılan bir virüsün yapıtaşları ile oynayarak “katil” bir virüs imal etti. Bunu üreten zatın bu keşfi ile ilgili bilimsel bir makale yazmaya götürecek kadar iftiharına sebep olacak husus ise bu yeni nesil virüsün akrabasına nazaran kat be kat daha hızlı yayılması ve insan nüfusunu yeryüzünden silecek kadar da ölümcül olması. Kamuoyunda tartışılan ve mutabakata varılamayan nokta Avrupa'da idam cezasını geri mi getirelim yoksa sadece bu adam için mi tatbik edelim değil elbet. Münakaşanın bir tarafında “Bu iş bilimsel bir buluştur, bu ve benzeri çalışmalara hiçbir zaman müdahale edilmemeli ve kısıtlama olmamalı” varken, diğer tarafında ise “Ama ya bu virüs kötü adamların eline geçerse halimiz nice olur? Demokrasi çerçevesinde bir şeyler yapılması lazım, ama ne?” var.
……”
                           Hakkı Acar
 >>>Devamı

MODERNLİĞİN ÜÇ İŞARETİ



Çağımızı, günümüzü, dile pelesenk kavramları, söylenenlerin-yazılanların satır aralarını anlamak için uzunca bir konuşmanın aşağıya alıntıladığım bir bölümünü okuyabilirsiniz…

“ …
Modern insan Avrupa’da doğdu. Nasıl doğdu? Türkler mağlup edilebilir sayıldıktan sonra bunlar kendi varlıklarının neye istinat ettiğine dair bilimsel, felsefi ve sanat yüklü bir dünya inşa etmeye başladılar. Yani 17. yüzyıldan itibaren Avrupa’da bugün modern bilim dediğimiz şey canlandı. Felsefe, aynı şekilde, Descartes’la beraber çok önemi bir aşama kaydetti. İlk modernlik işareti Avrupa’da ve büyük ölçüde İslâm dünyasında kabul edilen kâinat tasvirinin terk edilmesiyle odu. Yani Immanuel Kant’ın “Kopernik Devrimi” dediği şey oldu Avrupa’da ilk önce. Kâinatın ya da evrenin merkezinde Dünya’nın olmadığı, Güneş’in sabit kaldığı, gezegenlerin onun etrafında döndüğü, bu gezegenlerden bir tanesinin de Dünya olduğu fikri Avrupa’da galip geldi. Kopernik Devrimi… Burada da modernleşen insanlar birileriyle alay etmek, karşılarındakilerin örümcek kafalı olduğunu söylemek için: “Hala dünyayı öküzün boynuzunda durduğunu sanıyor salak” gibi laflar söylüyorlar. Kendileri çünkü çok iyi biliyorlar Kopernik Devrimi’ni (!) İlk mektebe giden çocuklara öğretmenleri portakalı gösteriyor. Öğretmen bunun etrafında dönüyor falan filan diyerek bunları öğretiyor. Tamam, bu doğrudur yanlıştır; o ayrı hikâye. Fakat bu Kopernik Devrimi dolayısıyla olan şeyi anlamamız lazım. Bu olan şeyde, tabii ki İslâm Ortaçağı’ndan Hıristiyan dünyasına nakil olmuş felsefi yaklaşımlar, ta Antik Yunandan beri gelen bir takım faraziyeler, vesaire, vesaire, bütün bunlar rol oynuyor. Yani dünya merkezli bir kâinat fikri terk edildiği zaman modern insan kendini nasıl algılayabiliyor? Bunu bir anlamamız lazım. Modern insana göre artık dünya merkezde değilse ve sıradan bir gezegende yaşıyorsak üstelik… Giordano Bruno Kopernik Devrimi’nin geride kaldığını iddia ediyor, aslında sadece öyle Güneş Sistemi yok diyordu. Galaksiler var, vesaire… Bunları ilk söyleyen adamdı ve onu yaktılar. Giordano Bruno kazıkta can verdi, yanarak. Kilise hükmünü o şekilde verdi. Ama Galileo Galilei, “Tamam! Görüşlerimi geri alıyorum” dedi, ölümden kurtuldu. Yani “Dünya dönmüyor, efendim, sabit duruyor. Güneş, Ay onun etrafında dönüyor” dedi. Yani kabul etti. Ondan sonra insanlar tabii Galileo’yu temize çıkarmak için “Ama gene de dönüyor! ...” dediğini falan ilave ederler. Onlar hepimizin sevdiği masalardır. Bu Kopernik Devrimi’nin hâkim olmasıyla beraber başımıza ne gelmiştir, önemli olan o. Kopernik Devrimi’nin palavra olduğunu düşünsen de herkesin içine bir kurt düştü. Yani Dünya kâinatın merkezinde değil! Eee? Alelâde bir yerdeyiz! Önemsiz! Önemsiz! Bulunduğumuz yerin önemi yok! Daha önemli yerler olabilir. Yani Dünya’da bulunmak kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Çünkü Dünya’nın kendisi kıymetli bir şey olmaktan çıktı. Merkezde değil artık, en önemli yer değil. Bu, insanların kafasına bir kere girdi. Bunu bugün modern dünyayı oluşturan ikinci şey takip etti: Darwin. Evrim Teorisi… Bu sefer bunu tabii cerh eden, saçma bulan birçok şey oldu. Ama bir kere insanların kafasına, insanın tür olarak gelişme sonucunda doğmuş bir şey olduğu nakşedildi. Yani Darwin’in kuramının bilimsel değeri falan filan değil, ama insanların kafasına böyle bir şema nakşedildi. Kabul etse de etmese de insanlar bir kere mekteplerde okutulduğu için, ister istemez, sınıf geçmek için dahi olsa, onları doğru saymak zorundaydı. Kopernik’ten sonra başımıza gelen şey buydu. Neydi? Dünya önemli bir yer değil, insan da önemi bir şey değil! Ne yani! Maymunlarla ataları aynı, tek hücrelilerden gelişmiş gelişmiş böyle bir şey olmuş. Yani insan olmak öyle kıymeti bir şey değil, nihayet o da bir tür. Bu fikri içinde taşıyarak insan kendine nasıl bakabilir? Kendi hakkında bilinci nasıl edinebilir? Günah, sevap konusunda bir fikre varabilir mi? Hayır. “Ben de nihayet bir hayvanım. Bunun günahı sevabı ne olacak? Kedilerin günahı yoksa benimde günahım yok!” diye düşündü insanlar.
Modern insanı etkileyen, daha doğrusu modern insanı kendini tanımaktan alıkoyan üçüncü şey psikanaliz oldu. Sigmund Freud’la başlayan… Aslında bilinç, bilinçaltı meseleleri Freud’dan daha önce vaz edilmiş meselelerdir. Fakat bunu dünyada okur-yazar insanların kafasına sokan Freud oldu. Freud, Jung, Adler, bunlar bize şunu gösterdiler: İnsanın bir bilinçli hayatı vardır ama bu buzdağının görünen kısmı kadardır. Asıl bizim zihin mekânımız suyun altında bulunan daha büyük kısımdır. Bilinçaltı, bilinci tesiri altında tutar. Yani insan aklı başında bir yaratık değildir. Birçok başka tesirler altında, insan davranışı dediğimiz şey, birçok türün davranışının karmakarışık hale gelmiş ve hiçbir zaman rasyonel karar vermesine imkân tanımayan… Böyle tuhaf bir şeydir. Saldırgan, bencil, haz düşkünü ve irrasyonel bir yaratık olarak insanı anlamak mecburiyeti altında kaldığımızı düşünüyoruz. Batı’dan bize ithal edilen insan imajı netice itibariyle bizim insan şerefine yakışır bir hayat yaşamamıza mâni olan bir mantalitedir. Bütün bunların Kur’an’dan öğrendiklerimizle hiçbir bağı yoktur. Hepsi Kur’an’ı inkâr etmemizi kolaylaştıran şeylerdir. Dolayısıyla biz hem Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunu kabul edip hem de Batı tarzı bilgilenmenin işimize yaradığı, doğruyu keşfetmemize yardımcı olduğu fikrini taşıyorsak, bir kere sahtekâr insanlarız demektir. Yani hiçbir konuda samimi değiliz, birbirimizi aldatabildiğimiz kadar işleri yürütebiliyoruz, manasına gelir. Bu, bize son derece hastalıklı bir fikriyatı, ruhiyatı dayatan Batı, kendi geçmişinde iki 30 sene savaşı yaşadı. Türkler bir tehlike olmaktan çıkınca Avrupa’da bunlar birbirlerini yediler, buna “Otuz Sene Savaşları” diyoruz. Otuz sene boyunca Protestanlar Katoliklerle, Katolikler Protestanlarla boğaz boğaza geldi. Bu devreden sonra Batı hâkimiyeti bir istikrar kazandı. Çünkü dünya ölçüsünde müstemlekecilik başarısının faydaları devşirilerek bu istikrarı sağladı. Avrupa kıymetli olarak kalsın, biz dünyanın her yerini yolalım ve buradan bir yüksek hayat biçimi üretelim… Fakat Amerika Birleşik Devletleri’nin de 18. yüzyıldan sonra işin içine girdiği dünyayı talan hadisesinin bir esasa bağlanması lazımdı. Kendi kendine işleyecek olursa hepsini mahvedebilirdi. Yani kapitalizm her bakımdan istikrarsız bir mekanizmaydı. Bu mekanizmayı yönetilebilir, kontrol edilebilir hale getirebilmek için Batı dünyası ikinci bir “Otuz Sene Savaşı” yaşadı. Bu 1914’te başlayıp 1945’te biten savaştır. İki dünya savaşı olarak adlandırılır. Fakat 1914’te başlar 1945’te biter. Bu bizim hayatımızı birinci dereceden ilgilendiren bir şeydir. Çünkü Avrupa kendi istikrarını temin ettiği zaman, yani dünyayı talan etmeyi başardığı fakat Osmanlı Devleti’ni bir türlü ortadan kaldıramadığı zaman bir Şark Meselesi vardı. “Biz Çin’den Peru’ya kadar her yeri emrimiz altına aldık. Fakat burnumuzun dibinde bir yer var; burası hala bizim her dediğimizi yapan bir yönetime sahip değil!” Bu Şark Meselesi 1914’te başlayan savaşla beraber bir çözüme ulaştı. Ulaşılan çözüm Türkleri tarihten silmek. 1914’te savaşa girdik, Almanların yanında. Bu savaşın adına seferberlik dedik. Yani milletçe seferber olduk tarihten silinmemek için. Fakat başarısız kaldık. Mağluplar arasında yer aldık ve topraklarımızın tamamı elden gitti. Tabii ki bütün yönleriyle tartışılabilecek bir şey; ama o şartlarda ne olduysa oldu, bir Türkiye Cumhuriyeti doğdu. Türkiye Cumhuriyeti doğmadan önce İstiklâl Marşı doğdu. Avrupa’nın ve Amerika’nın yaşadığı Otuz Sene Savaşları sonucunda, birbirlerini yer halde bir çözüm aramaları sonucunda, biz kendimizi “sıfır” noktasında tutmayan, en azından “bir” olabilen, sıfırlanmayı reddeden, “bir” olmayı hasmına da kabul ettiren bir varlık sahibi olduk.
… …”  - İSMET ÖZEL

(İtalik ve bold vurgulamalar tarafımıza ait.)